Dünya anakaralarının birleştiği coğrafyaya , bilim çevreleri Avrasya adını verdiği için bu kavram daha çok Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın birleştiği merkezi alanın adı olarak öne çıkmaktadır . Her üç kıtanın birbirine açılan ve birbiriyle bağlantı sağlayan toprakları bir bütün olarak ele alındığında ise ortaya Avrasya adını taşıyan bir büyük bölge kıtasal yapılanma ile kimlik kazanmaktadır . Amerika yeni kıta , Avustralya ise dış kıta olarak olarak yeryüzü haritasında yerlerini alırken , Avrasya bölgesinde kesişen Asya ,Avrupa ve Afrika kıtaları gibi eski insanların binlerce yıl yaşamış olduğu bölgeler insanlık tarihinin oluşumunda önem kazanmaktadır . Bu nedenle her üç kıtada meydana gelen değişiklikler ile yaşanan olayların ortak bölge üzerinden birbirleri üzerinde etkiler yarattığı ve birbirlerinin tarihinin oluşumunda etkili bir faktör olduğu , tarih biliminin ortaya getirmiş olduğu önemli bir gerçektir . Her alanda gelişme gösteren değişik bilim dalları üç eski kıta ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda sahip olunan ortak alanın kıtalar arası gelişmelerde belirleyici olduğunu ortaya koyduğu için Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda bu kıtalar arası etkileşim çizgisini iyi izlemek gerekmektedir . Tarih biliminin dile getirdiği geçmişin olayları ele alındığı zaman , böylesine bir etkileşim ağının zamanla kendiliğinden devreye girerek olayların gelişim çizgisinin belirlenmesinde etkili olduğu göze çarpmaktadır .
Avrasya kavramı coğrafya biliminin insanlığa kazandırmış olduğu bir açıklama ya da tanımlamanın adı olarak doğmuştur . Özellikle Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaştığı ve birleştiği bölgelerin bütünüyle yer aldığı kıtasal alanda ,Avrupa ve Asya kavramlarının içiçe geçmesinden kaynaklanan birleşik bir isim olarak Avrasya kavramı belirginlik kazanmıştır . Asya , Avrupa ve Afrika kıtaları kendi başlarına bir kıtasal alanın adı olarak varlıklarını sürdürürken , her üç kıtada ortaya çıkarak diğer kıtalara sıçrayan siyasal ve sosyal gelişmelerin yarattığı ortak alan yapılanmalarının ayrıca ifade edildiği durumlarda ise birleşik bir kavram olarak Avrasya kavramına başvurulmuştur . Bu doğrultuda , Asya’da kurulmuş olan büyük imparatorlukların Avrupa kıtasına yönelmeleri ya da Avrupa kıtasında gündeme gelmiş siyasal yapılanmaların zaman içinde genişleyerek Asya ya da Afrika kıtalarına sıçramaları gibi durumlar, kıtalar arası birleşik gelişmeler olarak inceleme konusu yapıldığında Avrasya kavramı öne çıkmaktadır . Tarihte üç kıtadan çıkan siyasal yapıların ya da uygarlıkların zaman içerisinde bu birleşik durumdan yararlanarak zamanla diğer kıtalara doğru bir genişleme eğrisi gösterdiği görülmektedir . Asya’da tarih sahnesine çıkan devletlerin Hunlar ya da Osmanlılar gibi Avrupa ve Afrika bölgelerine yayılması gibi , Avrupa merkezli bir büyük devlet olarak Roma İmparatorluğu da, hem Asya hem de Afrika kıtalarında genişleme olanaklarını değerlendirerek dünya hegemonyası oluşturma çabası içerisinde olmuştur . Bütün devletler bu doğrultuda diğer siyasal güçlere ve yapılanmalara karşı üstünlük sağlama doğrultusunda rekabet içinde olmuşlardır .
Orta Doğu bölgesi Avrasya kıtasal alanı içerisinde var olan merkezi bir bölge olarak her üç kıtanın tam ortasında yer alan bir orta dünya olmuştur . İngiltere merkezli bir dünya yapılanması sürecinde , merkeze kendisini oturtan İngiliz imparatorluğu dünyanın üç büyük kıtasının kesişme noktası olan orta dünya alanına, Orta Doğu adını verdiği için bu merkezi coğrafya yaklaşık beş yüz yıldır Orta Doğu ismi ile ifade edilmektedir . Orta Doğu bölgesinin bir ucu Balkanlara , bir ucu Kafkaslara diğer ucu da Kuzey Afrika’ya uzandığı için her üç kıtanın kesişme noktası olmuştur . Asya kıtasının birer parçası olan Arap ve Türk yarımadalarında gündeme gelmiş olan siyasal oluşumlar
hemen Avrupa ve Afrika kıtalarına da sıçrama göstermiş ve tarihe geçen olaylarda her üç kıtanın birlikteliğini yansıtmıştır . Üç kıtanın topraklarının kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesi aslında dünyanın merkezi toprakları olarak jeopolitik gelişmelerde önemli misyonlar üstlenmiştir . Makedonya imparatorluğu Balkanlar’da tarih sahnesine çıkarak Anadolu ve Arap yarımadası üzerinden Asya bölgesine yayıldığı gibi , Selçuklu İmparatorluğu da Kafkas bölgesinden ortaya çıkarak Avrupa bölgesine doğru bir yayılma süreci izlemiştir . Afrika’da ortaya çıkan devletler ise zaman içerisinde kuzeye doğru açılarak kendilerini güvence altına almak için çaba gösterirlerken ,aynı zamanda Asya ve Avrupa bölgelerine doğru genişleyebilmenin yollarını aramışlardır .
Orta Doğunun tam ortasında yer alan Arap yarımadası üzerinde ortaya çıkan devlet yapılanmaları ise bu yarımadanın tamamını ele geçirdikten sonra, Anadolu yarımadasına ya da Kıbrıs üzerinden Avrupa bölgesine doğru genişleyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır .Üç büyük dinin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Yahudi, Hrıstıyan ve Müslüman devletler Arap yarımadasını tümüyle fethettikten sonra Anadolu üzerinden Asya kıtasına , Balkanlar üzerinden ise Avrupa kıtasına doğru genişleme çabası içerisinde olmuşlardır . Bu yüzden Orta Doğu tarihi bir anlamda Avrasya tarihi ile özdeş bir konuma gelmektedir . Üç kıtanın kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesindeki her gelişme üç kıtaya birden yayıldığı gibi , bu üç kıtada meydana gelen siyasal ya da sosyal gelişmelerin merkezi coğrafya üzerinden Orta Doğu bölgesini etkisi altına aldığı görülmektedir . Kutsal topraklar adı verilen merkezi alandan dünya sahnesine çıkmış olan üç büyük tek tanrılı dinin dünyaya yayılması sırasında , Orta Doğu toprakları her zaman için merkez olma misyonuna sahip olmuştur . Bu yüzden dinler arası rekabet mücadelesinde Orta Doğu bölgesi her zaman için bir çekişme alanı olarak öne çıkmıştır . Kıtalar arası yakınlık ile birlikte öne çıkan kesişme noktaları üzerinden kıtadan kıtaya geçişler her zaman için kolay olmuş ve bu yüzden de üç kıtadan birinde kurulmuş olan devletler, hemen komşu kıtalarda yayılma eğilimi içine girerek genişleyebilmenin ve bu zor coğrafya da ayakta kalabilmenin arayışları içinde olmuşlardır . Bir anlamda Orta Doğuda ortaya çıkan bütün devletler ya da dinler, merkezi alanda var olabilmek ve kıtalar üzerinden gelebilecek saldırılara ya da tehditlere karşı kendilerini güvence altına alabilmek üzere, kendi bulundukları topraklara sınır komşusu konumundaki diğer bölgeleri de doğal olarak egemenlikleri altına alabilmenin çabası içerisine girmektedirler .
Roma İmparatorluğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu bölgesine geldiğinde merkezi topraklarda var olan Yahudi devleti yıkılmış ve bu devletin toprakları üzerinde yaşamakta olan Yahudiler her üç kıtaya dağılarak , yaşamlarını Avrasya kıtasının değişik alanlarında sürdürebilmenin yollarını aramışlardır . Bu nedenle Akdeniz kıyıları üzerinden hem Avrupa hem de Afrika kıtalarında Yahudiler dağılarak kendileri için yeni ülkeler bulmaya yönelmişlerdir . İspanyadaki Endülüs devletinden Pers İmparatorluğuna , Hazar devletinden Asya’nın değişik bölgelerine kadar dağılan Yahudiler hep yeni bir yurt arayışı içinde olmuşlardır . Dünyanın jeopolitik merkezinden kovulma olgusu , Avrasya kıtasının geniş topraklarını yeni alternatif ülkeler olarak gündeme getirdiği için merkezi alandaki kutsal topraklar üzerinden gündeme getirilmiş olan devletin güvenlik alanını , Avrasya kıtasının tamamında gündeme getirmektedir . Her üç kıtadan saldırı tehdidi karşısında kalan orta dünya topraklarının güvenliği için , merkezi devletin sınırları boyunca uzanıp gitmekte olan Avrasya coğrafyasının tümüne egemen olmanın gerekliliğini dünya haritası ortaya koymaktadır . Orta Doğu tarihinde ortaya çıkan birbirinden farklı durumlar da ,merkezde kurulacak bir devletin güvenliği için Avrasya bölgesinin tamamını dikkate alacak bir biçimde genişleme ve güçlenme gereksinimi olduğu görülmektedir . Bu doğrultuda ,Kafkas devletleri Orta Doğu bölgesini kontrola çalışırken , Orta dünya devletleri de Hazar bölgesini kendi güvenlikleri için denetim altına almaya çalışmışlardır . Bu yüzden
günümüzün İsrail devleti , kurulu bulunduğu Filistin toprakları ile yetinmemekte , kutsal toprakları çevreleyen Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasındaki bütün ülkelerde ,Balkanlar’dan Kafkaslara kadar güçlü etki oluşturarak kendi güvenliğini garanti altına alabilmenin çabası içindedir .
Dünya tarihi incelendiği zaman , merkezi coğrafyanın bütününü kontrol altına alma çabası içerisine giren devletler olduğu gibi bütünüyle merkezi coğrafya devleti olarak kurulan ve daha sonra yayılma eğilimleri gösteren , Roma , Hazar, Pers, Selçuklu , Osmanlı ya da Makedonya gibi imparatorluklar da olmuştur . Avrasya kıtasının orta Avrupa’dan başlayarak orta Asya’ya kadar uzanan geniş topraklar üzerinde kurulmuş olan devletler , her zaman için Avrasya adı verilen bir büyük coğrafyanın mutlak egemeni olarak güçlenmek istemişler ama kıtaların diğer bölgelerinde bulunan devletler buna izin vermeyince her zaman çatışma çıkmıştır . Bu yüzden Avrupa’nın önde gelen büyük devletleri Avrasya bölgesini sürekli savaşlara sahne olan yer olarak karanlıklar, ya da felaketler coğrafyası olarak tanımlamışlardır . Bölge devletlerinin her zaman için aralarındaki din ve kültür farklılıkları yüzünden sıcak çatışmalara yönelmeleri yüzünden, kutsal topraklar her zaman için kan ve barut kokusundan kurtulamamış ve bu yüzden de Avrupalılar bu bölgeye felaketler bölgesi adını vermekten çekinmemişlerdir . Karanlık senaryolar felaket olarak nitelendirilebilecek acı sonuçlar yarattığı için dünya tarihinin kan ve barut dolu sahneleri hep bu bölgede ortaya çıkmıştır . Birbirine denk devletler kurulduğu zaman ya da bölgedeki devlet düzeni içinde büyük ve küçük siyasal yapılar olarak dengesiz bir durum ortaya çıktıkça ,yeni savaş senaryoları ya da devletler arası birbirine saldırı girişimleri birbiri ardı sıra gündeme gelebilmiştir .Her zaman bölge devletleri arasında yaşanan rekabet çekişmeleri yeni savaşları ortaya çıkarmıştır . Bölgede savaşları ve saldırıları önlemek isteyen devletler kendilerinin egemenliğinde bir büyük devlet oluşumuna giderek merkezi coğrafyaya barış getirmek istemişler ama kıtalardan gelen imparatorluk yapılanmaları merkezi alana kıtalardan müdahale etme eğilimi içine girdikleri için bu gibi barış arayışları sonuçsuz kalmıştır . Kıtalarda ortaya çıkan imparatorluklar her zaman bir dünya hegemonyası peşinde koştukları için ,merkezdeki devletlerin büyümesini önlemek üzere saldırılara yönelmişlerdir . Zamanında Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelerek Yahudi devleti olarak ikinci İsrail’i yıkması bu durumun en açık örneğidir .
Dünya tarihi içinde merkezi coğrafyanın geçmişine bakıldığında, büyük imparatorlukların zaman içerisinde birbirlerinin yerini aldıkları görülmüştür . Bugünkü bölge haritasının kesinlik kazanmasında yaşanan siyasal gelişmeler açısından durum değerlendirildiğinde , yirminci yüzyıla girerken var olan siyasal yapılanmanın çöküşü üzerine bugünkü merkezi alan haritasının ortaya çıktığı anlaşılmaktadır . Dünya Birinci Cihan savaşına doğru sürüklenirken merkezi alanda yer alan Osmanlı ,Rus ve Avusturya imparatorlukları egemenliklerini devam ettirebilmenin çabası içerisine girmişler ama batılı emperyalist devletlerin müdahaleleri yüzünden varlıklarını güvence altına alabilecek yeni yapılanmalara yönelemedikleri için , Birinci Cihan savaşı ile birlikte yıkılarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır . Bu devletler yıkılmamak ve Avrasya coğrafyasında varlıklarını sürdürebilmek amacıyla on dokuzuncu yüzyılın bilgi birikiminden kaynaklanan bazı yeni siyasal açılımları, savaş ya da çatışmalar yolu ile değil ama siyasal senaryolar üzerinden geliştirmeye çalışmışlardır . Orta dünyanın üç büyük devleti kendi kimliklerine dayanan devlet yapılanmasını birbirlerine karşı geçerli kılmak isterlerken , Avrasya halklarını kendi çizgilerinde geliştirdikleri politik yapılanmalar içinde bir araya getirmeye ve bu gibi birlikler üzerinden de imparatorluk coğrafyasında yaşayan halk topluluklarını geleceğe dönük bir birliğe kendi kontrolları altında yönlendirmek istemişlerdir . Ne var ki , bu gibi girişimler zamanla sonuçsuz kalınca , orta dünya devletleri arasındaki çekişmeler tarihin savaşlarla sürmesine zemin hazırlamıştır . Merkezi coğrafyanın tarihi bu nedenle fazlasıyla savaşlarla doludur .
Fransız devriminin tarih sahnesine kazandırmış olduğu ulus devlet olgusu on sekizinci yüzyılda bütün dünyada var olan devletleri derinden sarsmaya başlayınca , imparatorluklar kendi sınırları içerisindeki çeşitli bölgelerin ayrılmalarını önleyebilmek için ulusçuluk akımlarına yönelmişler ve bu doğrultuda uluslaşma süreçlerini kendi toplumsal gerçeklerine dayanan bir doğrultuda başlatarak , geleceğin en güçlü devleti olabilmenin girişimlerini sürdürmüşlerdir . Avrupa devletleri uluslaşırken , merkezi alanın imparatorlukları da uluslaşabilmenin yollarını aramışlar ve bu doğrultuda bölünmeyi önleyebilmek amacıyla birleştirici akımlara yönelmişlerdir . Rus kimliği yetersiz kalınca Rusya devleti etnik Slav kimliğini öne çıkarmış ve Ortodoks dininin birleştiriciliğinden yararlanabilmenin arayışı içinde olmuştur . Rus Çarlığı sınırları içinde yaşayan Rus toplumunun yetersiz kaldığı noktada, Ruslar hem dini hem de etnik yapıları kullanarak imparatorluk arazisi içinde daha güçlü bir ulus devlet yaratabilmenin arayışını sürdürmüşlerdir .Ulusculuk akımları Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun parçalanmasına yol açınca ,hem Rus Çarlığı hem de Osmanlı İmparatorluğu toplumsal tabanlarını genişleterek daha güçlü bir yapılanmanın arayışını öne çıkarmışlardır . Bu doğrultuda hem Rus milliyetçiliği hem de Osmanlı milliyetçiliği devlet eli ile örgütlenerek devreye sokulmuştur . Ne var ki , Avrupa toplumlarının sahip olduğu kültür ve bilgi düzeyinden çok geride olan merkezi alan devletlerinin ulusçuluk cereyanları istenen sonuçları sağlayamamıştır . Bunun üzerine devletleri güçlendiren ulusçuluk akımlarından vazgeçen merkez devletleri bölgesel hegemonyalarını genişleten yeni birleştirici akımlarla, bölge halklarını kendi hegemonyaları altında geliştirebilmenin arayışı içinde olmuşlardır .
Avrupa kıtasını saran milliyetçilik doğu Avrupa üzerinden merkezi imparatorlukların parçalanmasını gündeme getirince ,buna tepki olarak birleşmeyi ve daha geniş alanlarda birleşik bir kimliği geçerli kılmak isteyen Pancılık akımları öne sürülmüştür . Birleştiricilik ve birlik oluşturma gibi anlamlara gelen Pancılık akımlarını , hem Rus devleti hem de Osmanlı devleti siyasal güçleri ile örgütlemeye çalışmışlardır . Rus Çarlığı geniş alanlardaki hegemonyasını sürdürmek üzere bir yandan etnik kökenine dayanan Pan-Slavizm akımını örgütlerken ,diğer yandan da dinin birleştirici gücünden yararlanmak üzere Pan-Ortadoksculuğu örgütlüyordu . Rusya hem toprakları üzerindeki halk topluluklarının kopmasını önlemek hem de sınırları dışında yaşayan diğer Ortadoks kitleleri hegemonyası altına alabilme doğrultusunda etkinliğini artırabilmek amacıyla, Pan-Slavizm akımına yöneliyordu . Ruslar bu konuda çok hassas davranarak kesin ve kararlı bir biçimde Pan-Slavist politikaları gündeme getirince , bu durumdan rahatsız olan Almanlar’da bir kaç yüz prenslikten oluşan Cermen topluluğunu , Pan-Cermenizm akımı çatısı altında toplayarak büyük bir Alman imparatorluğu hedefine doğru yöneliyordu .Ruslar tüm Slavların İmparatorluğunu kurmaya çalışırken Prusyalılar da tüm Cermenlerin imparatorluğunu kurabilmenin çabası içerisinde, Pan-Cermenizm akımını gündeme getiriyorlardı . Doğu Avrupa bölgesinde Almanlar ve Ruslar geleceğe dönük bir yarış içerisine girerken , Pan-Slavizm ve Pan-Cermenizm akımları arasında büyük bir yarış başlıyordu . Ruslar Slavcılık politikalarının yetersiz kaldığı yerlerde Pan-Ortodoksculuk üzerinden destek sağlamaya çalışırlarken , Almanlar da Pan-Cermenizm’e daha geniş destek sağlamak üzere Pan-İslamizm akımını öne çıkarıyorlardı . Pan hareketleri ile geniş Avrasya coğrafyasında egemenlik yarışı tırmanırken , Almanlar doğu politikası ile merkezi coğrafyaya yöneliyor ve hem Osmanlı hem de İran devletlerinin çatısı altında yaşamakta olan Müslüman kitleleri , Pan-İslamizm akımı sayesinde kendi denetimleri altına almak istiyorlardı .Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya doğru uzanıp giden Avrasya coğrafyasının Müslüman asıllı halklarına Pan-İslamizm üzerinden ulaşmayı hedefleyen Cermen İmparatorluğu Alman devletinin kurucu gücü olan Töton şövalyelerinin adını yeni kurulacak Cermen –Müslüman imparatorluğuna vereceğini bütün dünyaya ilan ediyordu . Almanlar , kuzeydeki Rus
gücünü aşabilmek ve merkezi alana egemen olabilmek uğruna İslam dünyasına yönelerek Pan-_İslamizm politikaları ile Rusların, İngilizlerin ve diğer emperyal güçlerin önünü keserek Töton İmparatorluğunun önünü açmak istiyorlardı .
Pancılık akımları genişleyerek yayılırken Avrupa’nın ortalarında Almanlar ile Ruslar arasında sıkışıp kalan Macarlar da kendilerini kurtarmak üzere ulusal çıkarları doğrultusunda iki emperyalist güce karşı yeni bir birleştirici bir yol arıyorlardı . Cermenler ve Slavlar kadar geniş nüfusa sahip olmayan Macar devleti , Avusturya’dan ayrıldıktan sonra kendi gelmiş oldukları kökenlerine uygun bir yeni birleştirici akımı , Pan-Turanizm olarak başkent Budapeşte’den resmen ilan ediyorlardı . Cermenler gibi Avrupalı olmayan ve Ural-Altay bölgesinden göç ederek Avrupa kıtasına gelen Macarlar , bir Pancılık akımı yaratarak Ruslara ve Cermenlere karşı kendilerini koruyamayınca ,bunun üzerine Hazar kökenli Macar aydınlarının öncülüğünde , İran bölgesinin kuzeyinde yer alan Turan bölgesinde bir büyük birlik kurmayı hedefleyen Pan-Turanizm akımını Avrasya hegemonyasında yeni bir alternatif olarak ortaya koyuyorlardı . Macar Musevilerinin öncülüğünde örgütlenen bu yeni akım , Hazar döneminden gelme bir birikimi Türkler ile akraba bir boy olan Macarların önüne koyuyordu. Onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında bir krallık kurmuş olan Macarlar , Almanların ve Rusların dayattıkları Pancılık akımlarına karşı hem kendilerini korumak hem de geldikleri bölge ile yaşadıkları bölgeler arasında bir köprü oluşturabilmek üzere Pan-Turanizme yöneliyorlardı . Rusya sonrası bir bölgesel hegemonya arayan Macar Turancıları arzu edildiği gibi Slavlara ve Cermenlere karşı güçlü bir alternatif oluşturamadılar. Rusların ve Cermenlerin alternatif akımları Pan-Ortodoksculuk ya da Pan-İslamizm olarak devreye girdiği aşamada , Macar Turancıları bu dini hegemonya arayışına karşı bir Pan-Judaizmi ya da Pan-Siyonizmi açıktan ortaya koyarak savunamadılar . Bu yüzden de Avrasya’nın geleceği ile ilgili akımlar arasındaki yarışta Pan-Turanizm biraz geride kalıyordu .
Macaristan’da doğan Pan-Turanizm akımı yeterince etkili olamayınca , bu akımı daha da güçlendirmek üzere Türkcülük akımlarından yararlanmak istenildi ve Pan-Turanizm’in tamamlayıcısı bir doğrultuda Pan-Türkizmi’de devreye sokarak sonuç almaya çalıştılar ama gene de Cermenlere ve Ruslara karşı başarılı olamadılar .O dönemde Türkçülük Macaristan’da değil ama Rusya’da yaygınlaşıyordu . Ayrıca Paris’e giderek eğitim alan Osmanlı aydınlarının da Jön-Türk akımına kapılmaları yüzünden , Türk dünyasına yönelen birleştirici bir hareket olmak açısından Rusya ve Fransa gibi devletler öne çıkıyordu . İngiltere’nin Budapeşte üzerinden Avrasya Türk dünyası ile yakından ilgilenmesi ve Vambery gibi bir Türkologu Orta Asya bölgesine göndermesi üzerine gündeme gelen , Pan-Türkizm akımı da Jön-Türkizm akımı ile birlikte devreye giriyordu . Pan-Turanizmin yaratmış olduğu ortamdan yararlanan Türkçüler ,hem Fransa üzerinden İsviçre’de Türkçülüğe yöneliyorlar , hem de Macaristan üzerinden yeni bir Pan-Türkizmi Osmanlı ülkesine taşımaya öncelik veriyorlardı . Pan-Turanizmi desteklemek üzere öne çıkarılan Pan-Türkizm akımı ,kısa bir süre içinde daha etkili olarak öne çıkıyor ve Osmanlı sonrası dönem için bir Türk devletinin kurulmasını sağlayacak derecede önemli siyasal birikimi imparatorluk sonrası dönemde devreye girebilecek düzeyde öne çıkarıyordu . Paris’teki Jön-Türk birikimi Budapeşte’deki Pan-Türkizm akımı ile birleşince , Anadolu yarımadası üzerinde çağdaş Türk devleti kuracak düzeyde birleştirici bir Türkçü açılım gündeme getiriliyordu . Daha sonra Türk milliyetçiliğini bir akım olarak geliştiren bu birikim , bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkması açısından da yardımcı oluyordu . Avrasya’nın geleceği için Cermenler ve Ruslar arasındaki çekişmeye Budapeşte merkezli Pan-Turanizm üzerinden, Türkler de Pan-Türkizm akımını bu aşamada devreye sokarak katılıyorlardı .Böylece yirminci yüzyılın yeni dünya düzeni arayışı merkezi alanda bir çekişme ile öne çıkıyordu .
Avrasya toprakları orta dünya olarak Pancılık akımları arasında bir yarış alanına dönüşürken Pan-Turanizm ve Pan-Türkizm akımları arasındaki işbirliği , Osmanlı hinterlandının merkezinde bir Türk devletini tarih sahnesine çıkarıyordu . Böylece Birinci Dünya savaşı sürecinde Atlantik güçleri dünyanın merkezine gelmeye hazırlanırken , birer büyük Avrasya İmparatorluğu kurmak isteyen Rusların ve Almanların önü kesiliyordu . Geleceğe dönük iki emperyal projenin önü kesilirken , bölgenin diğer kalabalık nüfusunu oluşturan Türklerin önü bölgesel boşluğun doldurulması açısından açılıyordu . Böylece Jön-Türklük ile Pan-Türkizm birleşmesinden meydana gelen Türkçülük akımı hızla örgütlenerek kendi devletini orta dünyanın merkezinde oluştururken , bu coğrafya da yeni bir devlet kurmaya yönelen ve Osmanlı sonrası dönemde merkezi alana egemen olmak isteyen bir başka etnik ve dini grup olarak Museviler de hem Atlantik güçlerinin desteği ile Orta Doğu’ya geliyorlardı. Bu aşamadan sonra Siyonizm akımının desteğiyle oluşturulan yeni ortamda ,Museviler Siyonizm akımı aracılığı ile bir siyasal arayış içerisine girerek iki bin yıl sonra bir Yahudi devletini merkezi coğrafyanın tam ortasında kuracak biçimde , kutsal toprakları ele geçirmek üzere harekete geçiyorlardı . Birinci dünya savaşı sonrasında bölgede bir Yahudi devleti kurarak tarih sahnesine çıkmak isteyen Siyonizm , o dönemin koşullarında ABD ve İngiltere’yi kullanarak ve Birinci cihan savaşı sonrasında hızlı bir biçimde Pan-Siyonizm akımına yöneliyordu . Böylece , merkezdeki kutsal topraklar üzerinde en az on milyon Yahudiyi bir araya getirerek gelecekte Büyük İsrail devletinin çekirdeğini oluşturacak bir küçük İsrail devleti öncelikli olarak kuruluyordu .
Küçük İsrail devleti , bugün Filistin denilen bölgeye iki dünya savaşı sonrasında Yahudilerin iki bin yıl sonra dönmesi ile kuruluyordu . Bu küçücük devletin kurulabilmesi için gösterilen çabalar Filistinlileri topraklarından ediyor ve bu ülkede bir işgal durumu yaratılarak Milat öncesi dönemlere bir geri dönüş üzerinden, ilk ve orta çağlarda olduğu gibi yeni bir din devleti kuruluyordu .Rusya’da dışarıdan örgütlenen bir sosyalist sistem üzerinden hem Hrıstıyan hem de Müslüman ülkelerde materyalist bir çizgide dinsizlik düzeni yaratılmak istenirken , bu duruma tamamen ters bir çizgide İslam dünyasının tam ortasında bir Yahudi devleti, dinci siyasal politikalar aracılığı ile ilan ediliyordu . Dünyanın tam ortasında iki bin yıl sonra kurulmuş olan Yahudi devletinin yaşayabilmesi için daha da büyüyerek güçlenmesi gerekiyordu . Bu yüzden İsrail’in sınırları hiçbir zaman kesin hatlarda belirlenmiyor ama komşu ülkeler sıcak çatışmalar ve savaşlar aracılığı ile zorlanarak İsrail devletinin ülkesi olacak topraklar dış baskılar aracılığı ile genişletilmeye çalışılıyordu . Saldırı savaşları ile Arap devletleri küçültülmeye çalışılırken ,Siyonist hegemonya planları ile de bütün Orta Doğu’da etkin olacak bir Yahudi insiyatifi geliştirilmeye çalışılıyordu .İsrail kuruluş dönemini tamamladıktan sonra hızla büyüme ve genişleme yoluna gidiyordu . Sıcak çatışmalar bahane edilerek yaratılan savaşlar aracılığı ile Arapların toprakları ellerinden alınırken , Siyon tepesi merkezli Pan-Siyonizm akımı bütün merkezi coğrafya ülkelerinde egemen kılınmaya çalışılıyordu . İsrail için öncelik kendisini çevreleyen Orta Doğu ülkeleri olduğu için üç kıtanın ortasında ki kesişme noktası olan merkezi toprakların Yahudilerin yönetimi altına girmesi gerekiyordu .Pan-Siyonizm akımı bu açıdan bölgedeki iç hat ve dış hat komşu devletler ile yakınlığı geliştirerek , kendisini güvenlik altına alabilecek yeni bir düzen arayışı içine giriyordu . Bu doğrultuda , iç hat komşuların Müslüman devletler olması nedeniyle , bunları dengeleyecek Türkiye,Mısır ve İran gibi dış hat komşu devletlerin laik yönetimlere doğru yönlendirilmelerine çalışılıyordu .İşte bu bölgesel denge düzeninin kurulmasında Pan-Siyonizm akımı örgütlenerek, bölge devletlerinde İsrail’in etkinliğini artıracak ve Yahudi devletini etkin kılacak yeni politikaların Siyonist lobiler aracılığı ile dolaylı yollardan öne çıkarılmasına çalışılıyordu . Bölge devletlerinin İsrail’den güçlü olması önlenmek isteniyordu . Yahudi dinin siyasal örgütü olacak böyle bir devletin Hrıstıyan ve Müslüman güçlere karşı kendini koruması isteniyordu .
Pan-Siyonizmin ilk ve ana hedefi Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Yahudi devletinin güvenliğinin öncelikli olarak sağlanması olmuştur . Bölge devletleri bu amaçla sürekli savaştırılarak zayıflatılmaya çalışılmıştır . Bütün devletler üzerinde iki büyük Atlantik gücü olan ABD ve İngiliz imparatorluğunun siyasal güçlerinden yararlanılmak istenmiştir .Uluslararası kapitalist sistem Yahudi bankerler aracılığı ile ele geçirilerek İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır . Bütün büyük ülkelerde son derece örgütlü Siyonist lobiler oluşturularak İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda siyasal konjonktür ayarlanmaya çalışılmıştır . Dış dünyadaki Yahudi gücü , merkezi coğrafyada Siyonist hegemonyanın kurulmasında ve geliştirilmesinde planlı bir çizgide kullanılmıştır . Orta Dünya devletlerinde yaşamlarını sürdüren Yahudiler , Pan-Siyonizm uygulamaları doğrultusunda bir büyük bölgesel güç olarak örgütlenerek diğer emperyal güçlere karşı devreye sokulmuşlardır . Yahudi düşmanlığına karşı bölge devletlerinde yaşayan bütün Musevilerin birlikte hareket etmesi hedef olarak belirlenirken , Pan-Siyonizm bütün merkezi alanda çok etkili çalışmalar yürütmüştür . Bölge devletlerinin tarihi incelendiğinde bu durumun çeşitli örnekleri açıkça görülmektedir . İsrail’in varlığı Orta Doğu bölgesini Siyonist bir Orta Dünya’ya çevirirken , Pan-Siyonizmin çok etkili çalışmaları göze çarpmaktadır . Para gücünün en üst düzeyde kullanılması , terörün bölge ülkeleri için sürekli olarak bir istikrarsızlık unsuru olarak yönlendirilmesi , bütün bölge ülkelerindeki Musevi asıllı bazı insanların din dayanışması doğrultusunda İsrail’in çıkarları için bazı siyasal senaryolara alet edilmesi, Musevi asıllı bir çok insanın kendi ülkelerinin yönetim kademelerinde İsrail lobisi olarak tavır koymaları Pan-Siyonizm akımının önde gelen girişimleri olarak bugüne kadar sürdürülmüştür .
Jeopolitik açıdan Orta Doğu bölgesinin Avrasya kıtasının bir parçası olduğu göz önüne getirilirse , Pan-Siyonizm hareketinin birinci önceliği merkezi ülkelerdeki Siyonist yapılanmanın oluşturulması olarak öne çıkmıştır . Ne var ki , siyasal tarihte Pancılık akımlarının çıktığı ve hedeflediği coğrafya Avrasya kıtası olduğu içindir ki , Pan-Siyonizm bütün Pancılık akımlarına karşı bir büyük birlikteliği Avrasya coğrafyasında örgütlemeye yönelmiştir . Amerika,Avrupa ve Afrika kıtalarındaki Yahudi Konseylerine benzer bir konsey yapılanması da Kazakistan’ın başkenti Astana merkezli olarak gündeme getirilmiştir . Türk dünyasının en büyük ve zengin ülkesi olan ve bu devletin Avrasya Yahudi Konseyi’nin çalışma merkezi olarak seçilmesi , Siyonist hareketin Türk dünyasına ne kadar çok önem verdiğini göstermektedir . Türkler Avrasya kıtasının gelecekteki yapılanmasında sahip oldukları nüfus potansiyeli ile çok büyük bir ağırlığa sahip olurken ve bu kadar önemli bir avantajın Pan-Türkizm doğrultusunda gelişmesi gerekirken , araya Pan-Siyonizmin girmesi bütün dengeleri değiştirmekte , fiilen var olan Türk ağırlığı bu coğrafyadan dışlanırken , olmayan Musevi ağırlığı Pan-Siyonizm akımı üzerinden örgütlenerek öne çıkarılmaktadır . Uluslararası Siyonist lobiler ile parayı elinde tutan kapitalist lobilerdeki Musevi ağırlığı da İsrail’in güvenliğinin sağlanması doğrultusunda , Avrasya kıtasındaki hegemonya yarışında İsrail’in lehine olabilecek bir çizgide kullanılmaktadır . Türkiye’nin siyasal sahnesinde de benzeri ağırlıkların ülkenin ulusal çıkarlarına aykırı bir biçimde Siyonist çizgilerde kullanılması , Pan-Siyonizmin diğer Pancılık akımlarına karşı üstün olmasına katkıda bulunmaktadır . Benzeri durumlar diğer ulus devletlerin siyasetlerinde ortaya çıkmış ve ülkelerin geleceği açısından ciddi sorunlar çıkarmıştır . Devletler arası rekabet düzeninde , her devlet kendi örgütleri ile devreye girerek ulusal çıkarlarını korumaya çaba göstermiştir . Ne var ki , dünyanın gündeminde yer alan Avrasya sürecinin yapılandırılmasında Siyonist lobilerin etkin roller üstlenmeleri yüzünden , Rusya’nın Pan-Slavizmi ve Pan-Ortadoksculuğu ile Almanya’nın Pan-Cermenizmi ve Pan-İslamizmi Avrasya yarışında geri kalmıştır . Türkiye’nin Pan-Türkizmi ile Macarların Pan-Turanizmi’de benzeri bir çıkmaza saplanıp kalınca , Siyonizm uluslararası konjonktürü Pan-Siyonizm doğrultusunda öne geçirmiştir .
İki yüz yıl önce başlayan Avrasya sürecinde , dünyanın merkezini ele geçirmek isteyenler Pancılık akımları ile bölgedeki ağırlıklarını artırmaya çalışırken hem birbirleriyle mücadele ederek birbirlerinin yollarını kesmişler , hem de aradan geçen uzun zaman dilimi boyunca uluslararası konjonktürü kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, bu bölgede kendi ağırlıklarını öne çıkaramamışlardır . Bölgede Almanlar ve Ruslar büyük imparatorluk planları yaparken Macarlar ve Türkler var olabilmenin çabası içinde Pancılık akımlarına yönelmişlerdir . Ne var ki , bölgeye sonradan gelen İsrail devletinin Orta Doğu’daki konumunu Avrasya hegemonyası için kullanmak isteyen Siyonizm , Orta Doğu sonrasında , Balkanlar , Kafkaslar, Hazar ,Rusya ve Orta Asya gibi bölgeleri de ele geçirerek dünya egemenliği arayışında Avrasya’nın egemen gücü olarak hareket etmektedir . Bu durumun gelişmesi için , Siyonizm bölgede son derece hesaplı uygulamaları devreye sokmakta ve rakiplerini tasfiye edecek bir yaklaşımı çeşitli uygulamalar üzerinden devletlere karşı geliştirmektedir . Pan-Slavizm Rus emperyalizmi , Pan-Cermenizm Alman emperyalizmi , Pan-Turanizm Macar faşizmi , Pan-Türkizm ise Türklerin faşizmi olarak kamuoyuna yansıtılarak , Pancılık akımları kötülenmiş ve zamanla tasfiyeye yönlendirilmiştir ama Pan-Siyonizm korunmuştur . Bugünün konjonktürü doğrultusunda bölgeye yansıyan politikalar ile Pan-Siyonizmin uygulama alanına getirmiş olduğu girişimler hep Siyonizmin bölge egemenliğine katkıda bulunmuştur .
Eyaletleşme üniter devletleri parçalayarak , yerelleşme merkezi devletleri tasfiye ederek ,mezhepleşme din üzerinden toplumları dağıtarak , etnik kavga ulusları ortadan kaldırarak ,şirketleşme bölge halklarını ekonomi üzerinden emperyal kapitalist düzene bağlayarak , küreselleşme döneminin bölgeye yansıyan önemli gelişmeleri olmuştur .Küresel emperyal dönemin bu yansımaları Avrasya coğrafyasındaki bütün devletleri ve milletleri dağılmaya doğru sürüklerken , bu gibi gelişmelerin aslında Siyonizmin önünü açarak , gelecekte bir Büyük İsrail projesinin bölgede etkili olmasını sağlayacak gibi görünmektedir .Küçük İsrail’in Büyük İsrail’e dönüşmesi için bölgedeki bütün devletlerin parçalanarak eyaletler halinde Kudüs merkezli bir Siyonist yapılanmanın içinde yer alması planlanmaktadır . İsrail’in işgal ettiği topraklarda güven içinde varlığını sürdürebilmesi için ,gelecekte Avrasya devletlerinin çökertilerek tehdit olmaktan çıkartılması gerekmektedir .Orta Doğu devletlerini kendi beslediği terör örgütleri ile paramparça ederek eyaletler halinde Kudüs’e bağlamayı hedefleyen İsrail devleti ,Balkanlar,Kafkaslar,Hazar ve Orta Asya gibi Avrasya bölgelerindeki devletler için de benzeri bir siyasal çözülme sürecini , bölge devletlerine dış destekler aracılığı ile dayatmaktadır. Bölge devletleri ;yerelleşme, eyaletleşme, mezhepleşme ,etnikleşme ile birlikte dışa bağımlı şirketleşme çıkmazlarından kurtulmadıkça İsrail’in Pan-Siyonizm örgütlenmeleri ile çökmekten ve dağılmaktan kurtulamayacak gibi görünmektedirler .Savaşı ve sıcak çatışmaları uluslararası komplolar ile birlikte Avrasya’nın her bölgesine taşıyan Siyonizm , bölgede Pancılık akımına soyunarak , merkezi alanda tam anlamıyla bir Yahudi egemenliği inşa etmeye çalışmaktadır .Siyonizmin dünya egemenliği projesi, Orta Doğu ile birlikte bütün Avrasya ülkelerini de haritadan silmeyi hedef aldığı için , öncelikle merkezi devletlerin bir araya gelerek savaşa karşı bir merkezi savunma örgütünü kurmaları gerekmektedir. Merkezi devletlerin öncülüğünde Avrasya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan devletleri de içine alan daha büyük bir kıtasal oluşum, ancak Pan-Avrasyacı bir yaklaşım çerçevesinde mümkün olabilecektir . Bu nedenle önümüzdeki dönemde Pan-Slavizm,Pan-Cermenizm ,Pan-Turanizm,Pan-Türkizm ve Pan-Arabizm gibi Pancılık akımlarının , en büyük emperyalizm olan Pan-Siyonizme karşı birleşerek büyük bir bütünsellik içinde Pan-Avrasyacılık yapmaları gerekmektedir . Pan-Avrasyacılık akımının çatısı altında bir araya gelecek olan bütün Pancılık akımları bu doğrultuda bir araya gelerek emperyalizme ve Siyonizme karşı varlıklarını ve geleceklerini güvence altına alabileceklerdir . Orta Doğu savaşı bu doğrultuda acilen durdurulmalıdır .
|