(Ulus gazetesi-30 Temmuz 2012)
Yirminci yüzyılın son döneminde “Atatürk ve Avrasya” adındaki kitabım yayınlandığında, daha sonraları küresel emperyalizme teslim olan Bizans’ın liberalleri, Türkiye’nin Kuva-yı Milliye döneminden gelen Kemalist birikiminin temsilcileri olan Kemalistleri “Avrasyacı Kemalistler” diye, alay ediyorlardı. Avrupa ya da ABD merkezli eğitimlerden geçen bu batı kafalı enteller bir türlü anlayamadıkları Avrasya gerçeğini görmezden gelirken, anti-emperyalist tutumları nedeniyle sürekli olarak batı düşmanı gösterilen Kemalistleri Avrasyacı olmakla suçlayarak, bir anlamda kamuoyunun gözünden düşürmek için, kontrolleri altıda bulunan yayın organlarını devreye sokmaktaydılar. Amerikan ve Avrupa mandacılığına teslim olan bu Bizans entelleri; bütün Doğu uluslarının desteğini alarak, Batılı emperyalistlere karşı küçük Asya’da büyük bir direnişi başarılı bir biçimde ortaya koyan, bir anlamda “Düveli Muazzam’a” denilen dünya devleti oluşumuna kafa tutan Türklerin kutsal isyanını küçümseyip, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ten Türk ulusuna miras kalan antiemperyalist siyasal birikimi, Avrasyacı olmakla suçlamaktan geri kalmıyorlardı. Kendilerini haklı çıkarabilecek her türlü argümanın Türk ulusuna karşı batılı merkezlerce bilinçli olarak kullanıldığı bir dönemde, Kemalizm’i çağdışı gibi göstererek halk kitlelerinin gözünden düşürmeğe çalışan emperyalizm işbirlikçisi mandacı Truva atları, bilmedikleri Avrasya kavramını kullanarak sanki Kemalizm doğu dünyasının geri kalmış bir siyasi macera imiş gibi göstermekten geri durmamışlardır. Atatürk ve Kemalizm’in getirmiş olduğu büyük siyasal birikimin Türkiye Cumhuriyetinden bütünüyle silinmek istenmesine rağmen gene de Atatürk’ten kalan bu büyük birikim Türk ulusunu yol ve yön göstermeğe devam etmiştir.
Dünya kıtalarının altı da birini kapsayan Sovyetler Birliği zamanında, bütünüyle sosyalist dünyanın merkezinde yer alan Avrasya bölgesi uluslar arası konjonktürün dışında kalıyordu. O dönemde, dünya iki kutuplu bir yapılanmaya sürüklendiği için merkezi coğrafya Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Rusya arasında paylaşılıyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya gelmesiyle Sovyetler Birliği ve ABD arasında bir çekişme alanı oluşuyor ve bu aşamada İsrail’in kurulması sonrasında da, Sovyetler Birliği’nin kurmuş olduğu Demirperde yapılanması Avrasya bölgesini Batı dünyasına karşı arkasına alarak koruyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni serbest alanı Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Süleyman Demirel; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” diyerek çizdiği alan soğuk savaş sonrasında yeniden Avrasya bölgesi olarak dünya sahnesine çıkıyordu. Asya ile Avrupa kıtalarının birleşme alanında ortaya çıkan bu bölgenin adı gene iki kıtanın adlarının bir arada kullanılmasıyla ifade ediliyordu. Bu bakış açısına göre, Avrupa’nın doğusu Viyana’dan sonra başlarken, Asya’nın batısı da Çin Seddi’nden sonra başlayan alan olarak öne çıkıyor ve iki hat üzerinden çizilen haritada Avrasya bölgesi, dünya anakaralarının merkezi coğrafyası olarak dünya haritasının en kritik jeopolitik alanı olarak uluslar arası politikanın en yoğunlaştığı yer oluyordu. Her açıdan önem taşıyan Avrasya merkezi alanı giderek dünya sahnesinde öne çıkarken, küresel hegemonyayı bu bölgelere taşımak isteyen batılı emperyal merkezlerin ana hedef tahtasına da gene aynı Avrasya coğrafyası gelip oturuyordu. Dünyanın ana karası olarak kabul edilen Asya-Avrupa-Afrika yapılanmasının tam ortalarında yer almakta olan
Avrasya kıtası geleceğin küresel hegemonya çekişmelerinin savaş alanı olarak soğuk savaş sonrası dönemde öne çıkıyor ve demir perdenin kalmasıyla beraber de sıcak çatışmaların birbirini izlediği bir karanlıklar coğrafyasına dönüşüyordu.
Jeopolitik kitaplarında “kalpgah” olarak adı geçen Avrasya bölgesi, üç kıtanın ortasında yer alırken, Asya-Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği dünya ana karasının merkez bölgesi olarak öne çıkıyordu. İşte böylesine bir yapılanma, dünya sahnesine Ural-Altay bölgesinden çıkarak, bütün Sibirya, Moğolistan, Orta Asya, Doğu Asya, Güney Asya, Orta Doğu,Kuzey Asya, Batı Avrupa ve Kuzey Afrika gibi bölgelere kadar uzanan Türk toplulukları,bu bölgelerde kurmuş oldukları Türk devletleri ve imparatorlukları ile Avrasya kıtasının asıl sakinleri ve sahipleri olarak dünya tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olmuşlardır. Doğu-Batı ekseninde gelişen olaylara dayalı olarak yazılan dünya tarihinde bu yüzden Türklerin yaşam alanı olan Avrasya bölgesi ve Türklerin bu alanda kurmuş olduğu Türk devletleri kilit bir rol oynamışlardır. Dünya tarihi içerisinde Türkler doğudan batıya kayan uygarlıklar zinciri içerisinde anahtar bir role sahip olmuşlar, doğu bölgelerinde ilk kez ortaya çıkmış olan dünya uygarlıklarının merkezi bölge üzerinden batı ülkelerine doğru taşınmasında gene Türk boylarının at sırtında her bölgede ortaya çıktıkları görülmüştür. İki yüzü aşkın Türk devletinin, Çin’de, Hindistan’da, Moğolistan’da, Sibirya’da Orta Asya’da, İran’da, Rusya’da, Anadolu’da, Orta Doğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa kıtası üzerinde kurulmuş olduğu hatırlanırsa, koskocaman Avrasya bölgesinin, Türklerin at sırtında dolaştırılan uygarlıklarının yaşam alanını oluşturduğu görülmektedir. Avrasya denildiği zaman Türklerin yaşam alanı, Türk devletleri denildiği zaman da Avrasya bölgesinin çeşitli yerlerindeki siyasal yapılanmalar akla gelmektedir. Türkler olmadan bir Avrasya tarihinden ya da coğrafyasından söz edebilmek, bu açıdan son derece zordur. Türkler için, Avrasya kıtasının gerçek sahipleri şeklinde yapılacak bir açıklama, tarihi ve coğrafi gerçeklere uygun olacaktır.
Tarihte görülen bütün Türk devletlerinin ucuyla ya da kıyısıyla Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde yer aldıkları, bu çerçevede birer Avrasya yapılanması olarak öne çıktıklarını söylemek bilimsel gerçeklere uygun düşecektir. Orta Asya’da tarih sahnesine çıkarak Asya kıtasının her bölgesinde devlet kurma şansını elde etmiş olan Türk toplulukları, sonraki aşamalarda batıya doğru göç ettiklerinde gene Avrasya kıtasının bu kez de batı bölgelerinde devletleşme şansını elde etmişlerdir. Böylesine bir genelleme çerçevesinde Avrasya bölgesi ile Türk devletleri beraberce ele alınırsa, Türkiye Cumhuriyetinden önce bu topraklar da var olan Osmanlı İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğu gibi iki büyük Türk devletinin, daha önceki dönemlerdeki Harzemşah ve Hazar İmparatorlukları gibi iki büyük Türk devletinin devamı olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldıkları görülmektedir. Selçuklu devleti Hazarların ve Harzemşahlar’ın çözülmesinden sonra İran merkezli olarak tarih sahnesine çıkarken Kafkasya, Irak, Suriye ve Anadolu bölgelerinin Türkleşmesinde öncü bir rol oynamış, daha sonra da Moğol istilası üzerine dağılınca Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasına giden yol açılmıştır. Bütün bu devletlerin birer Avrasya yapılanması olması gibi, son olarak dünyanın en büyük merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun yıkılmasından sonra aynı topraklarda bin yıllık Türk egemenliğinin uzantısı olarak tarih sahnesine çıkma şansını elde eden Türkiye Cumhuriyeti de birer Avrasya devletleridir. Bu doğrultuda, Fatih’ten Kanuni’ye, Abdülhamit’ten Atatürk’e kadar bu Türk devletlerinin başına geçen devlet adamları da birer Avrasya hükümdarı ya da önderi olarak kabul edilmektedir. Bugün tarihsel konjonktürdeki varlığını sürdüren Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk’ten gelen yaşam çizgisini geleceğe dönük olarak ilelebet payidar kılacak doğrultuda sürdürmeğe çaba gösterirken, Avrasya kıtasında gündeme gelen değişiklikler ya da gelişmelerin etkisi altında kalmaktadır. Bu doğrultuda Atatürk’ün eseri olan Türkiye Cumhuriyeti için bütünüyle bir Avrasya devletidir biçiminde bir tanımlama yapmak bilimsel verilere uygun düşecektir.
Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti bir Avrasya devleti olarak tanımlanırken, aynı zamanda bu devletin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde geleceğe dönük olarak varlığını sürdürebilmesi açısından ciddi bir Avrasyacı birikime ve etkinliğe sahip olunması gerekmektedir. Balkanlar’da doğmuş bir siyasal önder, Avrupa birikimine sahip olduğu gibi, Anadolu’ya gelerek bu ülkenin kurtuluşu için savaşırken, küçük Asya denilen büyük bir yarımadanın geleceğe dönük olarak yepyeni bir siyasal yapılanmaya yönelmesinde etkili olurken aynı zamanda bir Asya birikimini de tarih sahnesine çıkarırken, Asya ve Avrupa karışımından bir sentez olarak Avrasya birikimi gündeme geliyordu. Atatürk, Avrupa kıtasında tarih sahnesine çıktıktan sonra Asya kıtasının önde gelen bir bölgesi olarak, küçük Asya yarımadasını batılı emperyal ülkelerin askerlerinin işgalinden kurtarırken ciddi anlamda bir Avrasya birikimini öne çıkarıyordu. Bu çerçevede, hem Atatürk hem de onun düşünce ve eylemlerinin birleşmesinden meydana gelen Kemalizm için Avrasyacı tanımını yapmak tarihsel süreç ve coğrafi konumlar açısından doğru bir yaklaşım olacaktır. Atatürk için bir Avrasya önderi demek ne kadar doğru ise, Kemalizm için de bir Avrasyacı hareket ya da düşünce diye tanımlama yapmak o kadar doğru olacaktır. Avrasyacı Kemalizm ya da Avrasyacı Kemalistler tanımı da bu doğrultuda doğru bir açıklama olarak görülebilmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, Atatürk ve Kemalizm için Avrasyacı bir açıklama yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti için de benzeri bir doğrultuda Avrasya devleti demek bilimsel açıdan gene doğru bir yaklaşım olacaktır.
Çin Seddi’nden Adriyatik kıyılarına ya da Avrupa ortalarına kadar harita üzerinde uzanmakta olan Avrasya bölgesi, kuzey, güney, doğu ve batı olarak ayrı bölgelere ayrılırken, Kuzey’de Rusya ve Moskova, güneyde ise Türkiye ve Ankara bölgesel merkezler olarak öne çıkmaktadır. Eski dönemde Rus Çarlığı Avrasya kıtasının bütünüyle kuzeyini kapsarken, Osmanlı İmparatorluğu da güney bölgesini kapsamakta, bu nedenle de Rusya’nın başkenti Moskova kuzey Avrasya’nın, Osmanlı devletinin başkenti İstanbul’da güney Avrasya’nın merkezleri olarak öne çıkmaktaydılar. Bu nedenle yüzyıllar boyunca iki büyük devlet ve iki büyük merkez arasında Avrasya egemenliği ve merkezi olma yarışı devam edip gelmiş ve bu doğrultuda zaman içerisinde büyük savaşlara varan kanlı çatışmalar tarihin her döneminde görülmüştür. Avrasya bölgesinin doğusunda Çin batıya doğru genişleyerek tümüyle Avrasya bölgesini hegemonyası altına almağa çalışırken, önce Türklerin daha sonraki aşamada da İngilizlerin hegemonyası altında uzun süre kalan Hindistan yarımadası da kuzeye doğru hegemonyasını genişletirken gene bir Avrasya hâkimiyetini hedeflemiştir. Kuzeyden Ruslar güneye inerken, güneyden İngilizler Hindistan üzerinden kuzeye doğru çıkarlarken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında orta Asya bölgesinde karşı karşıya gelmişler ve bu nedenle Rus ve İngiliz hegemonya alanlarının çatışma noktasında bir tarafsız bölge ülkesi olarak Afganistan devleti kendiliğinden tarih sahnesine çıkmıştır. Aynı Afganistan ülkesi bugünün koşullarında batıya doğru açılmak isteyen Çin ile Orta Doğu üzerinden uzak doğuya uzanmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin çatışma alanının tam ortasında yer alan bir ülke olarak gene eski tampon ülke konumunu bu kez kuzey-güney ekseninde değil ama doğu-batı ekseninde devam ettirmekte ve bu yüzden de sıcak çatışmalardan bir türlü kurtulamamaktadır. Çin’in batıya bu tampon ülke üzerinden açılarak Avrasya alanına yayılmasını istemeyen Amerikan gücü, Orta Doğu üzerinden girmeğe çalıştığı Avrasya bölgesinde batı hegemonyasını sürdürmek isterken, Çin’e fırsat bırakmayacak bir yapay savaşı kendi yarattığı bir göstermelik bir terör örgütü ile savaş bahanesiyle sürdürmektedir. İki büyük süper dev olan Çin ve ABD, eski süper devler olan Rusya ve İngiltere’nin Avrasya hegemonyası doğrultusunda karşı karşıya geldiği Afgan dağlarında gene karşı karşıya gelmekteler ve bu nedenle Avrasya çekişmesi artarak sürüp gitmektedir.
Bütün bu gelişmeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş aşamasında görerek ortaya çıkan ve yıkılanın yerine yeni bir Türk devletini Avrasya’nın ortalarında kuran Mustafa Kemal Atatürk, Avrasya kıtasının güney hattında uzanan Türk çizgisini tarihsel konumu itibarıyla yakalayarak,bu durumdan yararlanabilmenin yollarını aramış,batılı emperyal güçlerin dünyanın merkezine doğru Birinci Dünya Savaşı sürecinde saldırıya geçmeleri üzerine, Küçük Asya yarımadası üzerinden geleceğe dönük bir Türk egemenlik alanını güney Avrasya hattı üzerinden gerçekleştirmeğe çalışmıştır. Çok uluslu bir imparatorluktan ulus devlete geçerken, on beş milyon kilometrekarelik bir imparatorluk coğrafyasından sekiz yüz bin kilometrekarelik bir ulus devlet ülkesine doğru yönelirken, devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olarak konulmasının ardında yatan bir Avrasya Türk gerçeği bulunduğu, kurucu önderlik tarafından bütün dünyaya gösterilmek istenmiş ve bu doğrultuda, İran üzerinden Afganistan’a uzanan ve Çin Seddi’ne kadar giden bir Türk hegemonya coğrafyasının geleceğe dönük kalıcı bir yapıya dönüşebilmesi doğrultusunda Sadabat Paktı gibi bir bölgesel dayanışma paktı Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliğine karşı yeni bir güvenlik ittifakı olarak, Mustafa Kemal’in öncülüğünde gündeme getirilmiştir. Batı bölgesinde Mussolini ve Hitler gibi faşist önderlerin, tıpkı İngiltere ya da ABD gibi merkezi coğrafya üzerinden bir Avrasya saldırganlığına kalkışmaması için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından dolayı meydana gelen otorite boşluğu iki orta boy devletin bir araya gelmesiyle, Türkiye-İran ortaklığı ile giderilmek istenmiş,böylesine bir güney Avrasya birlikteliğine Irak ve Afganistan’da ortak edilerek,geleceğe dönük bir Avrasya birliğinin ilk temelleri yirminci yüzyılın ortalarında,bölge dışı emperyal güçlerin merkezi coğrafyaya gelerek yeni bir Avrasya hegemonyasına soyunmalarını önlemek için,böylesine Türk nüfus ağırlığına dayanan bir Avrasya yapılanması dünya sahnesinde öne çıkarılmağa çalışılmıştır. Eğer İkinci dünya savaşı öncesinde Sovyetler Birliğinin güney Avrasya’ya inişinin önlenebilmesi amacıyla gündeme getirilmiş olan bu ittifak geleceğe dönük olarak kurumlaştırılabilseydi, bugün yaşanmakta olan Amerikan saldırganlığının bütün Avrasya bölgesini kana bulaması gibi savaş dolu bir çağdışı sömürgeci macera yaşanmayabilirdi.
Avrasya bölgesinin tam ortalarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş aşamasında üç dünya arasında kalan merkezi bir devlet modeli ile ortaya çıktığı için kurucusunun adından gelen bir Kemalist Cumhuriyet’tir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Lozan Antlaşmasıyla bütün dünya ülkeleri tarafından resmen bağımsız bir devlet olarak kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kıtasının yanında batılı bir devlet olarak ortaya çıkarken çağdaş bir cumhuriyet olmağa özen göstermiş ama tam olarak batının liberal siyasal yapılanmasına kendisine örnek almamıştır. Aynı aşamada, kuzeyde Rusya üzerinden kurulmuş olan büyük Avrasya imparatorluğu olarak Sovyetler Birliğinin getirmiş olduğu sosyalist devlet modeli de benimsenmemiştir. Ayrıca eski Osmanlı hinterlandından başlayarak Orta Doğu bölgesinden uzak doğu ülkelerine kadar güney Asya hattı üzerinden uzanıp giden İslam devleti modeli de yeni dönemde benimsenmemiştir. Batı, sosyalist ve İslam dünyaları gibi üç büyük siyasal sistemin tam ortasında merkezi bir devlet olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti her üç sisteme benzemeyen bir yapıda kurulurken, geleceğe dönük bir merkezi model olarak Avrasya kıtasının özgün konumu gündeme getirilmiştir. Bir Avrasya devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün önderliğinde dünya sahnesine çıkarken, batı dünyası, sosyalist sistem ve İslam ülkeleriyle arasına ciddi bir model farkı koyarak hareket etmiş ve bu nedenle de özgün modelin adı Kemalist rejim olarak belirlenmiştir. Avrasya’nın ortasında üç dünya arasında sıkışıp kalan ama hiçbirine teslim olmayarak kendi merkezi modelini ortaya koyabilen Kemalist Türkiye, geleceğin Avrasya yapılanmasının siyasal merkezi modeli olarak öne çıkmış ve bizzat kurucusu tarafından dizayn edilerek, geleceğin Avrasya yapılanmasının temelleri yirminci yüzyılın başlarında atılmıştır. Atatürk, beş bin kitaplık bir büyük kütüphaneyi incelemeye alırken, belirli alanların uzmanlarıyla her gece sofrasında bir araya gelerek Anadolu bozkırının tam orasındaki yeni Başkent Ankara’yı geleceğin Avrasya merkezi yapacak düzeyde bir dünya birikimini Türkiye merkezli olarak örgütlemeğe çalışmıştır. Yabancı gazetecilere Türkiye’yi hiçbir başka ülkeye benzetmemeleri gerektiğini eğer benzetilecek başka bir model aranıyorsa,o zaman Türkiye’nin ancak kendisine benzetilebileceğini Kemalist Cumhuriyetin kurucusu olarak Atatürk bizzat söylemiştir. Bir kurmay subay olarak dünya jeopolitiğini iyi bilen, tarihi iyi okuyan ve bir devlet kurucusu olarak sahip olunan jeopolitik alanın koşullarından ileri gelen özel durumu iyi değerlendirerek geleceğe yönelik bir farklı siyasal modeli ortaya koyabilmeyi başaran Kemalist Cumhuriyet, iki büyük dünya savaşı sonrasında her türlü üçüncü dünya savaşı zorlamalarına rağmen, bugün sapasağlam ayakta kalabilmesini bilen bir merkezi devlet olarak Avrasya hegemonya çekişmesi sürecinde Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan Avrasya bölgesinin bütün ülkelerine yol ve yön gösterecek birikime sahip bir konumdadır. Bu yönü ile de, bölge ülkeleriyle çok yönlü ilişkilere girerek yeni dönemde Avrasya kıtasının merkezi olmağa doğru emin adımlarla ilerleyebilecek bir konuma sahip bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti bugünlere, sahip olduğu Kemalist modelini her türlü saldırıya rağmen koruyarak gelmesini bilmiştir. Kemalist model bir anlamda Türk devletinin güçlü ana yapısını ve çekirdek oluşumunu ifade etmektedir. Kendisini çevreleyen üç ayrı dünyanın taklitçi bir kopyası olmanın ötesine giderek kendi ülkesinin koşullarında eklektik ve sentezci bir yapılanmaya yönelen Türkiye Cumhuriyeti devleti, bütün devletlerden ayrılan yönünü Kemalist modeline borçlu bulunmaktadır. Orta Doğu ya da Orta Asya hegemonyasına yönelen batılı güçler, bu coğrafyalara din üzerinden girmeğe çalışırken, Kemalist Cumhuriyetin farklı modelini zorlamaktalar ve Türk devletinin laik düzenini ortadan kaldırabilmenin çabası içerisine girmektedirler. Bu nedenle, Kemalist Cumhuriyetin temelinde var olan ulusal sentez ile ülkesel farklılık göz ardı edilmeğe çalışılmaktadır. Batı dünyasının yanı başında kurulurken Avrupa devlet modelinin çıkış noktası olan Fransız devrimi esas alınmış ve bu doğrultuda laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik temel ilkeler olarak benimsenmiştir. Sovyetler Birliğinin yanı başında yeni Türk devleti kurulurken sosyalist devrimin üç ana ilkesi olan halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de benimsenerek Fransız ve Rus devrimleri arasında bir sentez oluşturulmağa çalışılmış ve böylece kötü bir kopyacılıktan uzak kalınarak iki büyük devrim arasında Türkiye koşullarına uygun
düşecek bir sentez, ulusal eklektikçi bir metot ile oluşturulmağa çalışılmıştır. Böylesine bir farklı yaklaşım dünyanın merkezindeki bir ülkede merkezi bir model olarak öne çıkarılmıştır. Batı kopyacılığı ile batının sömürgesi olmaktan kaçınılmış, sosyalist dünya ile de araya mesafe konularak yeni bir Rus sömürgesi, Demirperde sınırında yaratılmak istenmemiştir. Batının sınır karakolu konumuna sürüklenmemek için mücadele eden Kemalist Türkiye, ABD’nin bölgeye gelmesiyle emperyal baskılar sonucunda böylesine olumsuz bir duruma zorla iteklenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, İslam dünyası içerisinde kurulmuş olan tek laik devlettir. Bu yönü ile batıyı batı yapan Fransız devriminin bir anlamda Müslüman dünyaya taşınmasının öncüsü olarak da Kemalist rejim kabul edilmektedir. Batının bugünkü üstünlüğünün çıkış noktası olan Fransız Devrimi’nin getirdiği ulus devlet, cumhuriyet rejimi ve laik devlet düzeni, Kemalist devrim ile Türkiye gibi bir Müslüman millete sahip olan ülkede ilk kez gerçekleştirilmekte ve bu yönü ile de bütün İslam coğrafyasına örnek bir model oluşturmaktadır. Batı uygarlığının temelinde yatan bilimsel aydınlanma devrimi Fransızların büyük ihtilali ile bütün batı dünyasına yayılırken, Avrupa’nın yanı başındaki Osmanlı İmparatorluğunu da yakından etkilemiş ve milliyetçilik cereyanlarının yaratmış olduğu Balkanizasyon süreci sonucunda Osmanlı devleti yıkılmak zorunda kalmıştır. Laik ulusal cumhuriyet devleti modeli bütün İslam coğrafyası için Türkiye üzerinden örnek olurken, halkçı, devletçi ve devrimci bir yapılanma da bütün doğu ülkeleriyle beraber Türk dünyası ve Avrasya devletleri için de yeni bir model olarak öne çıkıyordu. Avrasya bölgesindeki devletlerin büyük çoğunluğunun tıpkı Türkiye gibi Müslüman toplum yapılarına sahip olması nedeniyle, Atatürk devrimi ve Kemalist devlet modeli bütün Müslüman ülkeler için geçerli bir yeni örnek olarak onlara yön göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk devrimi ve Kemalist rejimi ile doksan yıllık bir süreç içerisinde bölgesinin en güçlü devleti konumuna gelirken, batılı emperyal güçlerin hedefi konumuna gelmiş ama bütün dış müdahalelere rağmen, Kemalist devlet modeli eski Osmanlı hinterlandında yer alan bütün Müslüman ülkeler için örnek olmağa devam etmiştir. Eğer Türkiye bugün için güçlü bir merkezi devlet olarak ayakta durabiliyorsa bunu kurucu iradenin oluşturduğu sağlam Kemalist yapılanmaya borçludur. Tüm İslam dünyası demokrasi dışı rejimler içerisinde bocalarken, Türkiye cumhuriyeti ilk kez batı tipi bir demokrasiyi çağdaş boyutlarda bir Müslüman toplum yapılanması içerisinde başarmış ilk devlet modelidir. Avrasya bölgesinin bütün Müslüman ülkeleri açısından Türkiye’nin çağdaş demokrasi deneyimi büyük örnekler ve derslerle dolu olarak yön göstermektedir. Laik devlet düzeninin getirmiş olduğu bilime dayalı pozitif devlet ve hukuk düzeni Türk devletinin temelinde var olan en güçlü yapılanmadır. Bütün İslam ülkeleri açısından örnek oluşturan bu modelin önümüzdeki dönemde, Kemalist bir Avrasya yapılanması için de öncülük yapacağı açıktır. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin Türkiye üzerinden bölgeye ılımlı İslamcı cemaatler üzerinden yaymağa çalışmasının ana nedeni, Kemalist Türkiye Cumhuriyetinin öncülüğünde güçlü bir anti-emperyalist ve laik bir siyasal yapılanmanın Avrasya bölgesinde öne geçmesini önleyebilmek içindir.
Avrasya kıtasında yaşayan büyük nüfusun önemli bir kısmının Türk kökenli olması çerçevesinde Türkiye cumhuriyeti çağdaş bir Türk devleti olarak aynı zamanda Türk devletleri açısından da izlenmesi ve ders alınması gereken bir siyasal model olarak yön göstermektedir. Finlandiya’dan ve Macaristan’dan başlayarak Afganistan’a ve Uygur bölgesine kadar uzanan geniş bir Türk coğrafyası da Avrasya merkezli bir coğrafi konuma sahip bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti günümüzde sahip olduğu Kemalist yapılanmasıyla, İslam ülkeleri için olduğu kadar Türk devletleri için de önemli bir model ülke olarak öne çıkmaktadır. Tarih boyunca Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde kurulan Türk devletlerinin günümüzdeki uzantısı olan Türk devletlerinin geleceği açısından da Kemalist model açıkca örnek olmakta ve geleceğe dönük daha güçlü bir bölgesel yapılanma açısından yol göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu Kemalist modeli ile nasıl soğuk savaş dönemini aşarak bugünlere geldiyse, sosyalist sistemin ortadan kalkmasından sonra yerine Kemalist modelin eski Sovyet Cumhuriyeti olan Türk devletleri üzerinde etkili olmasını beklemek mümkündür. Kemalizm, sosyalist sistemden halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerini eklektik olarak aldığı için, bu yapılanması nedeniyle eski Sovyet coğrafyasındaki Türk devletleri ya da diğer komşuya da akraba toplumlar açısından da uygulanabilir bir alternatif olarak Kemalizm kendiliğinden devreye girmektedir. Sosyalizmin bittiği yerde Kemalizm başlamakta ve Avrasya ülkelerine yön göstermektedir ama bu durumu kabul etmek istemeyen Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i Türkiye’yi hızla bir İslam devletine dönüştürerek din üzerinden bütün Avrasya kıtasını kontrol etmeğe çaba göstermektedirler. Bu çekişmenin çatışma alanı olarak da ılımlı İslam’ın zorla dayatıldığı Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde siyasal alanda öne çıkmaktadır. Ne var ki, bütün zorlama senaryolara ve dıştan destekli operasyonlara rağmen, Kemalist Cumhuriyet sağlam iç bünyesi ile bugüne kadar varlığını Avrasya bölgesine örnek olacak derecede bir güçlülük ile sürdürebilmiştir.
Merkezi coğrafyayı ele geçirmeğe yönelik Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin iflas ettiği günümüzde, emperyalizmin ılımlı İslam üzerinden bütün bölgeye dayattığı din merkezli kontrol girişimini önleyecek yegâne model olarak Kemalist Türkiye Cumhuriyeti örneği yeniden gündeme gelmekte ve bütün Avrasya kıtası ile beraber doğunun tüm mazlum uluslarına yön göstermektedir. Avrasya kıtasının tam ortasında hala güçlü bir devlet olarak varlığını her türlü emperyal girişime rağmen sürdürebilen Türkiye cumhuriyetinin gelecekte izleyeceği yol kesinlikle Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bir Kemalist devlet olarak hem Avrasya bölgesinin bütünleşmesine öncülük ederek öne geçecek, hem de Kemalist modeli ile Avrasya kıtasının bütün Türk ve Müslüman ülkelerine yol göstermeğe devam edecektir. Türk devleti, Kemalist Cumhuriyetçilik ile bugünlere gelmiştir. Gelecekte de Kemalist Avrasyacılık ile yoluna devam ederken, Atatürk’ün Sadabat Paktı ile başlatmış olduğu Kemalist Avrasya yapılanması sürecinin tamamlanmasını sağlayacaktır. İran’a karşı füze kalkanına alet olan stratejik derinlik politikalarının iflas ettiği bir aşamada, İran’ı bir büyük Avrasya yapılanması doğrultusunda yanına alacak Kemalist Avrasyacılık akımının hem Türkiye’nin hem de bütünüyle merkezi coğrafyanın kaderini antiemperyalist bir doğrultuda belirleyeceği açıktır. Avrupa Birliğine, Amerika Birleşik Devletleri’ne, İsrail’e, Çin’e, Rusya’ya ve Hindistan’a karşı büyük Avrasya Birliğini gerçekleştirecek olan siyasal akım Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türk ulusu ve Türkiye cumhuriyeti önümüzdeki dönemde böylesine bir bilinç ile yoluna devam ederse her türlü savaş tehlikeleri önlenerek, bölgesel ve küresel barışa giden yol açılabilecektir. Yurtta ve cihanda sulh isteyen Kemalizm, Avrasya kıtasına da barış ve düzen getirecektir. Kemalist Avrasyacılık üçüncü dünya savaşını önleyerek, hem bölgeyi hem de küresel barışı kurtaracaktır. Kemalist Avrasyacılık, bölge ülkelerini bir araya getirerek gelecekte güçlü ve kalıcı bir Avrasya Birliğinin bölgesel yapılanma olarak oluşturulmasının önünü açacaktır. Kemalist Avrasyacılık, Atatürk reformlarını ve devlet modelini bölge ülkelerine taşırken, onları çağdaş bir bölgesel birlikteliğe antiemperyalist bir çizgide hazırlayacaktır.
|