23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın 91. Yıldönümü son derece sönük törenler ile kutlanırken, devlet protokolunun önde gelen bazı temsilcilerinin bu resmi bayrama katılmadığı görülmekte ,anayasal ve yasal düzen gereği resmi kurumların milli bayramlara katılarak katkı sağlamaları gerekirken bazı belediyelerin bu resmi bayram tarihini atlayarak ,resmi ulusal bayramı unutan bir tutum içerisinde yabancı ülkelerden gelen topluluklar aracılığı ile uluslar arası tören ve şenliklere öncelik verdikleri görülmüştür . Türk ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi olan Kuvayı Milliye mücadelesinin ilk zafer tarihi 23 Nisan 1920 olmuş ve savaş daha devam ederken , Anadoluda’ki yerel kongrelerin hepsi Sivas’taki ulusal kongrede bir araya gelince , Türk ulus devleti olarak , Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti resmen oluşturulmuştur . Meclisin açılmasıyla Kuvayı Milliye hareketi devletleşmiş ve ,Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan bütün bölgeler ve kentlerden gelen halk temsilcileri ile Anadolu’nun tam ortasında Türk milli devleti kurulmuştur . İşte bu mutlu olayın tarihi olan 23 Nisan daha sonraki aşamada devletin kurucu kadrosu tarafından Türk ulusuna bir milli bayram olarak armağan edilmiş , devletin kurucusu Atatürk’ün girişimiyle hem ulusal egemenlik ,hem de çocuk bayramı birlikte resmi devlet ve kamu kurumlarının katılımıyla her yıl düzenli olarak bugüne kadar kutlanmıştır .Bu yıl bazı kentlerde bu geleneksel durumun dışına çıkan girişimlerin gündeme gelmesi , Kuvayı Milliye’den Türk ulusuna armağan kalan bu bayramın günümüzdeki anlamı üzerine yeni tartışmaları da öne çıkarmıştır .
Kuvayı Milliye mücadelesinden her geçen yıl uzaklaştıkça , bu kutsal mücadelenin Türk ulusuna hediye ettiği resmi bayramların anlamı tartışılmağa başlanmış ve giderek Türkiye karşıtı güçlerin Türk kamuoyu ve siyaset sahnesinde daha çok etkili olmaları üzerine de kutlamaların heyecanı her yıl daha da azalmıştır . Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında , çeyre asır önce içine girilmiş olan küreselleşme döneminin doğrudan doğruya etkisi olduğu görülmektedir . Sosyalist blokun önce çökertilmesi ve daha sonraki aşamada da bütün sosyalist sistemin tasfiye edilmesiyle beraber batı emperyalizmi ulus devletler ile karşı karşıya kalmıştır . Bu aşamadan sonra batı merkezli bütün emperyal güçler ve devletler yeryüzü haritası üzerinde yer alan ulus devletlere saldırıya geçmişler ve her yönden ulus devletleri de tasfiye edebilmek amacıyla çeşitli siyasal senaryoları devreye sokmuşlardır . Yeni dönemde ulus devletler hedefe konulunca , dışarıdan gelen bütün rüzgarlar ve emperyal senaryolar tamamıyla ulus devletlerin ortadan kaldırılmasına dönük bir doğrultuda gelişmiş ve yirmi yılı aşkın bir süre sonra , dünya kıtaları üzerine dağılmış olan ulus devlet yapılanmaları yarı yarıya güçlerini kaybetme noktasına sürüklenmişlerdir . Sosyalist bloku ve ona bağlı olarak doğu bölgelerinde kurulmuş olan sosyalist sistemi birkaç sene içinde kolayca tasfiye edebilen batı emperyalizmi , bu durumdan cesaret alarak aynı girişimleri ulus devletlere yönelik olarak da gündeme getirmiş ama bu sefer baltayı taşa vurarak istediği sonucu alamamıştır . Son yıllarda uluslar arası kuruluşlar üzerinden tezgahlanan bütün senaryolar ters tepki vermiş ,ve ulus devletler emperyal oyunları daha yakından görmeğe başladıklarında , zayıflatılarak dağıtılmak istenen ulus devletler zaman içerisinde yedikleri tokatlar ile arkadan ve belden vurma siyasetleri karşısında uyanarak direnmeğe başlamışlardır . İlk yılların kafa karıştıran ve anlaşılamayan girişimleri karşısında bocalayan ulus devletler ,soğuk savaş döneminin alışkanlıklarından kurtulduktan sonra daha fazla bilgi ve bilinç sahibi olarak batılı emperyalistlerin oyunlarına karşı çıkmağa ve onlara direnerek ,kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni yönelişlere doğru kaydıkları görülmüştür .
Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar tasfiye edilirken , arkadan ulus devletlere geçiş aşaması gündeme gelmiş ve Türk milleti de kendi ulusal kurtuluş savaşını vererek Türklerin ulus devletini kurmuştur . Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti bir ölüm kalım savaşı olarak ulusal mücadele ile tarih sahnesine çıkarılabildiği için , temel dayanak noktası Kuvayı Milliye olgusudur . Kuvayı Milliye mücadelesi olmasaydı Osmanlı imparatorluğuna Birinci Dünya Savaşı sonrasında zorla imzalatılan Sevr Antlaşması geçerli olacak o zamanda İngilizlerin egemenliğinde İstanbul merkezli bir Yakın Doğu Konfederasyonu kurulmuş olacaktı . Ne var ki ,böylesine yıkıcı ve parçalayıcı emperyal senaryoya karşı çıkarak direnen Türk ulusu , başarıyla yürütmüş olduğu Kuvayı Milliye mücadelesinden sonra bağımsız Türk devletine kavuşabilmiştir . Devletin ilk kuruluş aşamasında serbest seçimle belirlenen halk temsilcileri kurucu kadroda yer almış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi olabilmişlerdir . Sevr Antlaşması sonrasında Anadolu ve Rumeli’yi işgal eden hırıstıyan ordularına karşı Müslüman Türk halkı var olma doğrultusunda kutsal bir direnişe geçince ,Mustafa Kemal ve arkadaşları belirli bir hazırlık döneminden sonra bu mücadelenin başına geçmişler ve her bölge halkının temsilcileri ile bütünleşerek Türk ulus devletinin kuruluş sürecini tamamlamışlardır . Türk ulusu hem emperyal işgal ordularına karşı bir ölüm kalım savaşı vermiş , hem de temsilcileri aracılığı ile Kuvayı Milliye hareketinin devletleşmesinde doğrudan doğruya temsil edilmiştir . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti için Kuvayı Milliye hareketinin devletleşmesi şeklinde bir tanımlama getirmek tarihsel gelişim çizgisine uygun olacaktır . Ulusal kurtuluş savaşından milli devletin kuruluşuna geçerken sürdürülen bu geniş katılımlı temsil olgusu daha sonraki aşamalarda da sürdürülerek , genel seçimler yolu ile Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan her bölge halkının Türk ulusunun bir parçası olarak devlet yönetiminde ve yasama çalışmalarında birinci derecede rol almaları sağlanmıştır .
Türk devleti tam anlamıyla Kuvayı Milliye hareketinin hem ürünüdür, hem de siyasal anlamda organize olmuş siyasal yapılanmasıdır . Bu doğrultuda Kuvayı Milliye kavramı her açıdan Türkiye Cumhuriyeti devlet sisteminin kavranması ve anlaşılabilmesi için hareket noktasıdır . Atatürk ve arkadaşlarının kurucu kadro olarak ortaya koymuş oldukları siyasal devlet modelinin temelinde bu nedenle Kuvayı Milliye anlayışı yatmaktadır . Devletin kuruluşunda ve bir siyasal modele dönüşümünde etkili olan bu kavram daha sonraki aşamalarda da , Atatürk’ün cumhuriyetinin yirmi birinci yüzyıla taşınmasında da doğrudan doğruya etkili olmuştur . İkinci dünya savaşı yıllarında bile serbest genel seçimlerin sürdürülmesi sağlayan Kemalist rejim , kurtuluş savaşı yıllarından gelen geniş tabanlı halk katılımını bu yollardan meclise taşımağa önem vermiş ve böylece Türkiye Cumhuriyeti devletinin tam anlamıyla bir Kuvayı Milliye yapılanması olarak yoluna devam edebilmesi sağlanabilmiştir . Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında Millet Mekteplerini yurt düzeyinde açarak Türk ulusu ile kaynaşmağa ve halk kitlelerini uluslaştırmağa önem veren rejim ,daha sonraki aşamada geleceğe dönük bir kurumsallaşma sağlama aşamasına geldiğinde Halkevleri adı altında yaygın bir kitle örgütü oluşturarak ,gene halk tabanı ile bütünleşebilmenin yollarını aramıştır . İkinci dünya savaşı yıllarında içe dönük bir politika izleyen Türk devleti , bu nedenle sürüklenilen duraklama dönemini aşabilmek üzere yurt düzeyinde Köy Enstitülerini kurarak , kırsal alanda yaşayan büyük köylü kitlelerini canlandırmak ve böylece onları yeniden siyasal sisteme kazanarak , Kuvayı Milliye döneminden gelen halk kitleleri ile bütünleşme çizgisinin devamını sağlamıştır . Savaşarak başlatılan Kuvayı Milliye çizgisi , halk kitlelerine yönelerek ve onlarla bütünleşerek sürdürülen bir çağdaşlaşma mücadelesi ile sonraki yıllarda da sürdürülmüştür . Devletin temelinde var olan Kuvayı Milliye anlayışı , Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerinin ulusal taban ile bütünleşerek hareket etmelerine yol açmıştır .
Türkiye Cumhuriyeti tarihi incelendiği zaman , çöken Osmanlı döneminden pek fazla bir şey kalmadığı , her şeyin ulusal kurtuluş savaşı sonrasında yeniden ele alındığı görülmektedir . Osmanlı döneminde ticaretin gayrimüslimlerin elinde olması nedeniyle ,sahillerde oluşan lövanten kesimler ülkenin tüm zenginliklerine el koyuyorlar ve limanlar üzerinden bu zenginliklerin ülke dışına taşınmasına aracı oluyorlardı . Devlet milli bir yapıda olmadığı için ticareti yürüten milli bir burjuvazi yoktu . Sahillerdeki lövantenler ile büyük kentlerde yuvalanmış olan gayrimüslim esnaf ülke ticaretine egemen oluyor ve ülkenin zenginlikleri böylesine bir azınlığın elinde toplanıyordu .Eşraf ile lövantenler Osmanlı ülkesinde zenginleşirken , halk kitleleri de yoksul kalıyordu . Yoksul köylülere düşen iş ise askerlikti . Tüccarların zenginliklerinin korunabilmesi , Asya ve Avrupa arasındaki ipek yolu doğrultusundaki bütün ticaret yollarının açık kalması ve güvenliği , merkezi coğrafyanın büyük devleti olan Osmanlı imparatorluğunun işi ve misyonu olarak öne çıkıyordu . Padişahın orduları sürekli olarak doğu ve batı ekseninde savaşmağa zorlanırken ,yoksul halk kitleleri ölüme gidiyor ama Osmanlı devleti sayesinde ticaret yollarının güvenliği sağlandığı için gayrimüslim eşraf ile lövanten kesimler giderek daha da zenginleşiyorlardı . Bu doğrultuda Osmanlı devletinin sanayileşmesi önleniyor , kurulmağa başlanan atölyelerden fabrikalara geçişe izin verilmiyordu. Fabrika olmayınca batı ülkelerindeki işçi sınıfı da ortaya çıkmıyor ve yoksul köylü kitleleri zengin eşraf ile lövantenlerin daha fazla kazanabilmeleri için padişahın komutasında savaşlara devam ediyordu . Askeri güç devletin elindeydi ama ekonomik güç ise ,bir Müslüman imparatorluk olmasına rağmen gayrimüslimlerin elinde toplanıyordu . Özellikle Osmanlı Yahudileri , Avrupa hırıstıyanları ile olan çekişmelerinde ve ticari rekabetlerinde Müslüman imparatorluğun devlet gücü ile askeri güçlerini padişah üzerinden rahatlıkla kullanabiliyorlardı . Zenginliğin gayrimüslimlerin elinde toplanması paranın yurt dışına kaçırılmasında etkili oluyor,Osmanlı ülkelerinden para kazananlar Türk ve Müslüman olmadıkları için kazandıkları sermayeyi sürekli olarak dışarı kaçırarak ,ülkenin batının emperyal devletlerine borçlu kalmasına ve zaman içerisinde de yarı sömürge düzeyine sürüklenerek batmasına giden yolu açıyorlardı . Kendi özel çıkarları doğrultusunda Osmanlı devletini kullanan zengin gayrimüslimler ,bir Osmanlı burjuvazisi oluşturmuyorlar , batılı ülkeler ile kurdukları yakın ortaklıklar sayesinde dışa dönük ve bağımlı yaşamlarını Osmanlı güvencesi altında sürdürüyorlardı .
Osmanlı devletinin kendi milli burjuvazisini yaratamamasından dolayı bir ulus devlete dönüşemediğini iyi bilen cumhuriyetin kurucu kadrosu , devletin ilk yıllarından itibaren hem toplumun ulusallaşmasına hem de ,Anadolu eşrafı içinden bir milli burjuvazi yaratılmasına öncelik vermiştir . Padişahın islamın halifesi olmasından yararlanan gayrimüslim eşraf ve lövanten kesimler ,halifenin şemsiyesi altında tüm İslam dünyasına dönük ticaretlerini geliştirmelerine rağmen ,kazandıkları sermaye ile Osmanlı sınırları içerisinde yatırım yapmamaları ve fabrikalar kurmamaları yüzünden imparatorluğun önce yarı sömürge olmasına sonraki aşamada da dağılıp gitmesine neden olmuşlardır .İsviçre bankalarında paralarını depolamayı daha güvenli gören bu kesimler ,batı tipi yaşam sürdürmelerine rağmen Osmanlı devletine bir burjuva sınıfı kazandırmayarak kendi çıkarlarına öncelik vermişler ve paralarını kazandıkları bu ülkenin hem halkına hem de devletine sırtlarını dönerek yıkılışa giden yolu açmışlardır . Osmanlı tarihi incelendiğinde böylesine bir ihanet yüzünden ülkenin sanayileşmesi önlenerek batı ülkeleri ile ekonomik rekabete girmesi ne izin verilmemiştir . Osmanlı döneminde yaşanan bu acı gerçeklerden , cumhuriyetin kurucu kadrosu dersler çıkarmış ve ilk günden milli bir burjuvazi yaratılması doğrultusunda ciddi bir çaba göstermiştir . İlk hükümetin göreve gelmesinden itibaren ülkede tanınmış eşraf temsilcileri ilgili devlet kurumları tarafından davet edilerek ülke içi yatırıma özendirilmiş , devletin olanakları çerçevesinde teşvik ve destek programları uygulanarak kısa zamanda eşrafın burjuvalaşması sağlanmağa çalışılmıştır . İkinci dünya savaşının yokluk ve sıkıntı günlerinde depolama ve stoklama yolu ile kısa zamanda zengin olma şansını yakalayan bazı önde gelen eşraf temsilcilerinin fabrikalar kurması için hükümetler seferber olmuşlar ama , geçmişten gelen pasif tutum alışkanlığı nedeniyle para kazanan eşraf yatırımlar yolu ile büyümeğe ve fabrikatör olarak bir milli burjuva sınıfının oluşturulmasına pek de hevesli görünmemiştir .
Başta Atatürk olmak üzere cumhuriyet devletinin kurucu kadrosu , oluşturdukları ulus devletin diğer devletlere karşı daha güçlü bir konumda olabilmesi ve rekabet edebilmesi için , ekonomik bağımsızlığı sağlayacak olan sanayileşmeğe öncelik vermişlerdir . İkinci dünya savaşı öncesinde Atatürk’ün önderliğinde başlatılan beş yıllık sanayi planları ile ülkenin kendi sanayisini oluşturmasına ağırlık verilmiş ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik bağımsızlığa tam olarak sahip olabilmesi istenmiştir . Temel gıda ve ihtiyaç maddelerinde devletin öncülüğünde kamu işletmeleri açılırken , Sovyetler Birliği benzeri bir rejime sürüklenmemek için devletin teşvikleriyle ülkede milli bir özel sektörün kurulmasına öncelik verilmiş ve bu doğrultuda zaman içerisinde oluşacak ulusal bir burjuva sınıfının yapacağı yatırımlar ve kuracağı fabrikalar aracılığı ile ülkenin gereksinmesi olan ulusal bir ekonomik yapılanmaya destek olacağı inancı ile ,Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri bazı önde gelen eşraf temsilcilerini sonuna kadar destekleyerek onların öncülüğünde bir ulusal burjuva sınıfının yaratılması konusunda hevesli olmuşlardır . Ne var ki , Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma eski alışkanlıklarını sürdürmekte kararlı olan gayrimüslim eşraf ve iş çevreleri Türkiye Cumhuriyetinin ulusal burjuvazi yaratma girişlerine yeterince yakın durmamışlar ,ekonomik yaşamın getirebileceği riskleri dikkate alarak sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda devlete angaje olmadan Türkiye’den kazandıkları paraları yabancı ülkelere ve İsviçre bankalarına depolamağa devam etmişlerdir . Böylesine olumsuz yaklaşımlara rağmen , cumhuriyet devleti bir milli devlet olarak yoluna devam etme doğrultusunda hem Türk halkının uluslaşmasına hem de Türk eşrafının milli burjuvaziye dönüşmesine büyük çaba göstermiştir . Bu doğrultuda çeşitli destek ve teşvik planları ve programları uygulama alanına getirilmiş ,ısrarlı ve kararlı çabalar ile sonuç alınmağa çalışılmıştır .
İkinci dünya savaşı yılları Türkiye’de milli burjuvazinin oluşumunda önemli bir dönüm noktası olmuştur . İçe kapalı bir rejim içinde yokluklar ve karne uygulamaları sırasında stok ve depolama yolları ile çok büyük paralar kazanan bazı işadamları ,savaş sonrası yıllarda Türkiye ekonomisinin önde gelen firmalarının sahipleri olmuşlardır .Amerika Birleşik Devletlerinin ikinci dünya savaşı sonrasında Türkiye ve Orta Doğu bölgesine gelmesi ve beraberinde İsrail’in kurulmasıyla beraber Türkiye’de hızlı burjuva sınıfı oluşumu yaşanmış ve daha çok Musevi kesimden gelen iş adamları ABD ve İsrail desteği ile öne çıkarak , uluslar arası kapitalist sistemin bu bölgeye dönük ilişkilerinin kadrolarını oluşturmuşlardır . Dünya ekonomisini sömürge imparatorlukları döneminde ele geçiren siyonist lobiler İsrail devletinin kurulmasından sonra dikkatlerini Orta Doğu bölgesine çevirmişler , dünya ticaretinin ve kaçakçılık ilişkilerinin merkezinde ye alan bu bölgede yepyeni bir yapılanmaya gidilirken , Türkiye’de oluşmağa başlayan milli burjuvazinin önde gelen simaları ortak olarak seçilerek geleceğe dönük iş ilişkilerinde uluslararası ve tekelci batı şirketleri tarafından kullanılmağa başlanmışlardır . Türk devleti , ülkede yaşayan eşraftan bir milli burjuva sınıfı yaratmağa çalışırken , ABD ve İsrail gibi emperyalist ve siyonist güçler bu kesimin içinde yer alan gayrimüslim temsilcileri büyük ekonomik destekler ve sınırsız krediler aracılığı kendi yanlarına çekerek ,işbirlikçi ve mandacı bir komprador burjuvazi yaratma çabası içinde olmuşlardır .Türkiye Cumhuriyetinin kendi ulusal ekonomisi için ihtiyacı olan milli burjuvaziyi yaratma girişimleri , bölgeye gelen ABD ve İsrail devletlerinin uluslar arası ekonomik operasyonları ve işbirlikçi ortaklıklar kurma girişimleri yüzünden duraklatılmış ve zaman içerisinde de bütünüyle tersine çevrilmiştir . Yirmi yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’nin milli burjuvazi yaratma programları ile , ABD ve İsrail’in işbirlikçi ortak yaratma girişimleri sürekli olarak karşı karşıya gelmiş ve böylesine bir çekişme ve çatışma yüzünden Türk devleti kendi milli burjuvazisini yaratma konusunda yeterince başarılı olamamıştır .
İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye’nin demokrasiye geçmesiyle beraber Demokrat Parti iktidara serbest seçimler yolu ile gelmiştir . Devleti kuran partinin savaş sonrasında toprak reformu yapma girişimlerine karşı direnen toprak ağalarının öncülüğünde kurulan Demokrat Parti aslında ülkede var olan büyük toprak burjuvazisinin temsilcilerinden oluşuyordu . Bu partinin iktidara gelmesiyle engellenen toprak reformunun gerçekleşememesi nedeniyle , cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşılması aşamasında bile doğu Anadolu’da feodalite devam etmekte ve bu feodal ilişkiler yüzünden uluslaşma süreci tamamlanamadığı için ,bölünme tehlikesi her geçen gün daha da büyümektedir . Demokrat Parti iktidarı döneminde toprak burjuvazisi korunurken , bu kesimin içinden çıkan bazı büyük servet sahiplerinin ticarete yönelmeleri ve batılı ülkeler ile rekabet edebilecek düzeyde büyük ticaret firmalarının Türk ekonomisi içerisinde gelişmesine çaba harcanmıştır . Büyük toprak sahipleri sahip oldukları servetler aracılığı ile büyük kentlere gelip yerleşirlerken ,ülke ekonomisinin gelişmesine katkı sağlayacak derecede ticaret yatırımlarına yönelmişler ve batılı ülkeler ile giderek artan ticari ilişkiler sayesinde zenginleşerek ülkede bir ticaret burjuvazisinin oluşumunu sağlamışlardır . Batılı ülkeler ile artan ticaret ilişkileri Türkiye’yi giderek batı blokuna yaklaştırmış ve Atatürk döneminde izlenen doğu batı dengelerinin bozulmasına yol açmıştır ABD ve İsrail bu durumdan fazlasıyla yararlanarak Demokrat Parti döneminin ticaret burjuvazisini hızla kendi yanlarına çekerek , Türkiye ekonomisi ve siyasetinde bu kesimi bir baskı aracı olarak kullanmağa başlamışlardır . Türk devletinin desteği ile burjuvalaşmağa başlayan iş çevrelerinin kısa zaman içinde ABD ve İsrail’in yörüngelerine girmesi yüzünden , burjuvalaşma sürecinde millik unsuru geride kalmış ama giderek batı işbirlikçisi bir uluslararasıcılık öne çıkmağa başlamıştır . Yabancı şirketler ile ortaklıkların kurulmasına öncelik verilmesi , uluslar arası tekelci şirketlerin Türkiye acentası olmağa çaba gösterilmesi , burjuvaziyi hızla milli çizgiden uzaklaştırarak işbirlikçi komprador burjuvazi konumuna getirmiştir . Başta Atatürk olmak üzere bütün devlet ve hükümet aşkanlarının milli oluşturma çabaları sonuç vermemiş , Amerikan ve İsrail insiyatifleri Türkiye’nin zengin işadamlarını işbirlikçi ve mandacı yeni bir lövanten sınıf olmağa doğru yönlendirmiştir .
Türk demokrasisi soğuk savaş koşullarında ABD ve İsrail’in bu ölgeye gelmelerinden sonra her on yılda bir askeri darbelere kilitlendiği dönemde de , Türkiye’nin zenginleri her zaman için Atlantik emperyalizmi ile İsrail siyonizminin ortakları konumunda olmuşlardır .Cumhuriyet yönetimlerinin çok iyi niyetli çabalar ile oluşturmağa çaba gösterdikleri milli sanayinin hızla tasfiye edilmesinde ve özelleştirmeler yolu ile yabancı tekelci şirketlerin ellerine geçmesinde Türkiye’nin yeni lövanten kesiminin önde gelen işbirlikçi ve bu durumdan pay alan ortaklıklarının önemli etkileri olmuştur . Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Türk devleti kendi iç dinamikleri ve zenginlikleri sayesinde sanayileşme sürecini tamamlıyarak önemli bir sanayi gücü kimliği ile dünya ülkelerine dönük rekabet ortamına girecekken , küresel emperyalizmin dayatması olan özelleştirmeler yolu ile Türkiye’nin mlli sanayi birikimi kısa zamanda tasfiye edilmiştir . Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında batı ülkelerinde yetişmiş olan işbirlikçi siyasal kadrolarında tıpkı komprador burjuvazi gibi önemli rolleri olmuştur . B:atı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ile işbirliği yapmakta anlaşan komprador burjuvazi ile işbirlikçi siyasal kadrolar Atatürk cumhuriyetinin bütün ekonomik birikimini ve bu doğrultuda kurulmuş olan Kamu İktisadi Kuruluşlarını özelleştirme programları aracılığı ile İMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşların hakemliğinde ,yabancı tekelci şirketlere devretmeyi tamamlamışlar ve böylece Türkiye cumhuriyetinin de tıpkı son dönemlerinde yarı sömürge durumuna düşen Osmanlı devletine benzemesini sağlamışlardır . Türkiye zaman zaman bir dolara muhtaç durumu düşürülürken , işbirlikçi sermaye ve onların desteklediği siyasal kadrolar Türkiye’nin zenginliklerini yabancı şirketler ile paylaşmakta mahsur görmemişlerdir . Bu tür ilişkiler aracılığı ile çok zengin olan büyük iş adamları kazandıkları servetleri İsviçre ve kıyı bankalarına depolarken ,onların siyaset sahnesinde ortağı konumundaki bazı tanınmış siyasetçiler ve de yüksek bürokratlar da ülke ekonomisini çökerten bu tür hainlikleri yüzünden yargılanmamak üzere yurt dışına kaçmayı daha güvenli yol olarak görmüşlerdir .
Dış müdahaleler yolu ile Türkiye batı emperyalizmine bağımlı yarı sömürge konumunda yoksul bir ülke olmağa mahkum edilirken , bazı vatansever siyasetçilerin öncülüğünde milli sanayi ve bunun sahibi olabilecek bir milli burjuvazi yaratabilme doğrultusunda mücadele etmeğe idealist bir çizgide devam etmişlerdir . Cumhuriyet hükümetleri toprak burjuvazisinden ticaret burjuvazisine geçiş aşamasını belirli bir program dahilinde uygulama alanına getirirken , daha sonraki aşamada da ticaret burjuvazisinden bir sanayi burjuvazisi yaratmağa yönelmiştir . Yirminci yüzyılın ikinci yarısında artan ticaret ilişkilerinden kazanılan büyük servetlerin sanayi yatırımlarına dönüşmesi Devlet Planlama Teşkilatı aracılığı ile programlanmış ama ABD ve İsrail ikilisinin uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile sürdürdüğü müdahaleler yüzünden , böylesine olumlu bir ulusal hedefe Türkiye’nin ulaşabilmesi önlenmiştir . Batı emperyalizmi toprak burjuvazisinin ticaret burjuvazisine dönüşmense karışmamış ama ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüşmesini kendi çıkarları doğrultusunda önlemiştir . Sanayileşmeyi bütünüyle kendi kontrolu altında tutmak isteyen batı emperyalizmi , milli çizgide bir sanayi oluşumuna engel olurken , Türk devletinin denetimi dışında yakın ortaklıklar kurduğu ticaret burjuvazisi temsilcilerinden ,işbirlikçi sanayi kuruluşları yaratarak bunlara kendi şirketlerinin büyük hisseler ile ortak olmasını sağlamıştır . Zaman içerisinde Türkiye’nin büyük firmaları ve en zengin sermaye topluluklarının tamamı batılı şirketlerin ortağı konumuna sürüklenmişler ve onların Türkiye ve Orta Doğu bölgesindeki bütün işlerinde taşeronluklarını üstlenmek zorunda kalmışlardır . Türkiye’de en büyük geçinen şirketlerin ya da sermaye gruplarının sınır dışına çıkıldığı zaman ,batının en büyüklerinin bölge acentası konumunda oldukları daha sonraları açıkca ortaya çıkmıştır . Yabancıya selam duranlar Türkiye’de en büyük geçinirlerken Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik ilişkilerine ve ulusal çıkarlarına fazlasıyla zarar vermişler ve Atatürk’ün en büyük ideallerinden birisi olan ekonomik açıdan tam bağımsız bir Türk devletinin oluşumuna engel olmuşlardır . Türk devletinin desteği ile yola çıkanlar , Türkiye’nin iç piyasasından kazandıkları ile zengin olanlar , devletin koruması sayesinde Türkiye’nin zenginliklerinden büyük servet yapanlar , daha sonraki aşamada batılı tekellerin yerli ortakları durumuna düşünce , Türkiye’ye çok büyük zararlar vererek ülkenin yarı sömürge olmasının başlıca sorumlusu olmuşlardır .
Türk milletinin ulusal kuruluş savaşı olan Kuvayı Milliye sayesinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin halk temsilcilerinin geniş katılımı ile bir bağımsız ulus devlet olması yoluna girmesi beraberinde milli burjuvaziyi de getirmesi gerekirken ,batılı emperyal müdahaleler yüzünden Türkiye böylesine bir şanstan mahrum kalmıştır . Türkiye Büyük Millet Meclisi batılı emperyal devletlerin işgalci ordularına karşı direnen ve var olma savaşı veren Türk ulusunun temsilcilerinden oluştuğu için ,Kuvayı Milliye mücadelesi zafer ile sonuçlanmıştır . Ne var ki , daha sonraki aşamada ,Türk devletinin teşvik ve destekleriyle ortaya çıkan özel sektör temsilcilerinin , batı emperyalizminin tekelci şirketleriyle ortaklıklar üzerinden bütünleşerek bir sermaye gücüne dönüşmesi ve böylece bir anlamda Kuvayı Sermaye gücü oluşturmasıyla , Türkiye Cumhuriyeti anayasasının temel ilkesi olan milli egemenlik dönemi geride kalmıştır . Devlet desteği ile öne çıkan sermaye sahiplerinin yabancı tekellerin yerli ortakları ve taşeron kuruluşları olarak Türkiye siyasetine müdahale etmeleri beraberinde en büyük siyasi güç olarak Kuvayı Sermaye oluşumunu öne çıkarmıştır . Sahip oldukları büyük sermaye gücü ile medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu yaratan Kuvayı Sermaye güçleri ve onlara bağlı olan büyük şirketler aynı zamanda siyaseti de finanse ederek halk güçlerini kırmış ve devre dışı bırakmıştır . Devletin kuruluşu aşamasında ve daha sonraki demokrasi dönemlerinde ülke yönetiminde etkin olan Kuvayı Milliye güçleri batılı emperyal devletlerin ve tekelci şirketlerin müdahaleleri yüzünden devre dışı kalırlarken , siyasal partiler ve örgütler bütünüyle Kuvayı Sermaye’nin eline geçmiş ve sermayenin adamları Türk siyaset sahnesinde öne çıkmıştır . Böylece , Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünün arkasında yazan ve Türk anayasasının temel normu olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir “ ilkesi geçmişte kalmakta ve yerini “Hakimiyet kayıtsız şartsız sermayenindir “ ilkesi almaktadır . Bu durum , Türk milli devletinin ortadan kalkmasına giden yolu açmakta ve yeni bir siyasal örgütlenme doğrultusunda farklı bir devlet yapılanmasını Kuvayı Sermaye’nin çıkarları doğrultusunda gündeme getirmektedir .
Küreselleşme sürecinde Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizminin destekleriyle ülkemizde gündeme gelen Kuvayı Sermaye oluşumu ,ulusal kurtuluş savaşının galibi olan Kuvayı Milliye güçlerini yenme noktasına gelmiş bulunmaktadır . Yeni bir anayasa ve devlet modeli isteklerinin arkasında bu gerçek yatmaktadır . Sermayenin güdümündeki basın ve medya organları aracılığı ile Türk halkının gözünden kaçırılmak istenen bu durum ,artık bütün çıplaklığı ile meydana çıkmıştır . Son aşamada halk kitleleri üzerinde dini bir siyasal koz olarak kullanmak da ,Türk halkının gerçekleri öğrenmesini önleyememiştir . Artık mızrak çuvala sığmamakta ve gerçek durum her yönü ile ortaya çıkmaktadır . Türkiye yeni bir genel seçimlere giderken Kuvayı Milliye ve Kuvayı Sermaye güçleri son bir hesaplaşma içine gireceklerdir . Bu hesaplaşmadan küresel emperyalizme teslim olmuş Kuvayı Sermaye güçleri mi , yoksa ulusal kurtuluş savaşının direnme ve bağımsız bir varlık olarak var olma mücadelesini sürdüren Kuvayı Milliye güçleri mi galip çıkacak ,buna Türk halkı oylarıyla karar verecektir . Türkiye Cumhuriyetinin gelecekte Atatürk’ün devlet modeli ile var olup olmaması , önümüzdeki genel seçimlerin sonucuna bağlıdır .Bu nedenle ,Türk halkının her ferdi sandığa gitmeli ve oylarıyla Türkiye’nin kaderi üzerindeki rolünü oynamalıdır . Kuvayı Milliye mücadelesinden gelen seksen milyonluk Türk milleti ,seksen işadamının oluşturduğu Kuvayı Sermaye’nin Türkiye’yi ortadan kaldıracak planlarına ve girişimlerine karşı ülkesine ,devletine ve ulusal çıkarlarına sahip çıkmak durumundadır . Tarihin de ortaya koyduğu gibi halk kitlelerinin gücü her zaman sermayenin gücünü yenecek durumdadır . Türk ulusu tarihi kararını verirken bütün bu gerçekleri dikkate alabilmelidir ., Atatürk’ün söylediği gibi ,bizi yutmak isteyen emperyalizme ve onun yerli işbirlikçisi Kuvayı Sermaye’ye karşı ,Türk ulusu var olabilmek için Kuvayı Milliye mücadelesini sürdürmek zorundadır .
|