İnsanlığın yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken karşı karşıya kaldığı bir gerçek olan küreselleşme olgusu, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra girilen aşamada bütün dünya ülkelerini yakından sarsmakta ve dolayısıyla da ilgilendirmektedir. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan bir kavram olan küreselleşme içine girilen yeni dönemde öne geçen ve gelişmeleri belirleyen bir olgu olarak etkinlik sağlamıştır. Kavram üzerinde tam olarak anlaşma olmamasına rağmen, daha çok ekonomik kaynaklı bir terim olduğu söylenebilir. İki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya doğru bir dönüşüm süreci içerisinde küreselleşme, dünyanın bütünleşmiş tek bir pazar haline gelmesini savunan yeni kapitalizmin uzantısı olduğu ileri sürülebilir. Batı ülkelerinden kaynaklanan evrensel kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla ve yeryüzünde var olan tüm ülkeleri kendi sistemi içerisine alması küreselleşmenin gerçekleşmesiyle gündeme gelmiştir. Batının merkezinde olduğu bir dünyanın, gene batı merkezli yeni bir yapılanmaya doğru yönelmesi küreselleşme olgusu ile gerçeklik kazanmıştır.
Ekonomik alandan çıkarak siyasal ve toplumsal alana yönelen küreselleşme olgusu, her toplumu sarstığı gibi uluslararası alanda da yeni yeni bazı girişimlerin ve gelişmelerin ortaya çıkmasına giden yolu açmıştır. Kapitalist sermaye birikimi en üst düzeyde gerçekleşince, birikmiş sermayeler birbirleriyle rekabete başlamışlar ve aradaki yarış bütün birikmiş büyük sermayelerin uluslararası alana yayılmasına neden olmuştur. Birikmiş büyük sermaye kendi çıkarları doğrultusunda ait olduğu ülkenin sınırları dışına çıkarken, beraberinde kendi istediği düzeni kurma girişimlerini de gündeme getirmiştir. Sınır dışına çıkan büyük sermaye gittiği ülkelerde yeterli bir düzen ve güven aramış, bu doğrultuda ulusal devlet düzenlerinin yetersiz kalması üzerine, bu devlet yapılarının üzerinde bir uluslararası yeni yapılanmayı savunmaya başlamıştır. Batı kapitalizmi kendi bölgesinde kurduğu düzeni bütün dünyaya taşıyarak dünya ülkelerini kendi egemenliği altında bir disiplin altına almak istediği noktada, küreselleşme olgusu dünyanın gündemine girmiştir. Orta çağ sonrasında devreye giren uluslararası sömürgecilik yüzlerce yıl devam ettikten sonra, küreselleşme ile yeni bir aşamaya gelinmiş ve sonunda süper emperyalizm düzeyinde yeni bir tür emperyal oluşum küreselleşme akımının sonucu olarak devreye girmiştir. Bu aşama, dünya tarihi açısından son derece önemli bir değişimi ortaya çıkarmış ve eski dünya düzenini zaman içerisinde yavaş yavaş tasfiye etmiştir.
Küreselleşme, insanların tek bir gezegende ortak bir kadere sahip olan bir topluluk olarak ele alınması gerektiğini savunarak, ülke ve bölge farklılıklarının dışında bütün insanların aynı gezegende beraberce oluşturulacak yeni bir geleceğe doğru yönlendirilmesini öne sürmektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında oluşturulan iki kutuplu dünya dengesi, kutuplardan birisinin çökmesi üzerine dağılmış ve ortaya çıkan tek kutuplu dünyada, merkezinde Amerika Birleşik Devletleri'nin bulunduğu batı blokunun üstünlüğünde bir tek merkezli yeni bir dünya düzeni gündeme getirilmiştir. Batı kapitalizmi doğunun sosyalizmini yenince, kapitalist sistem ekonomik yollardan bütün dünyaya yayılmak istemiş ve bu doğrultuda küreselleşme olgusu belirli bir plan çerçevesinde ortaya konulmuştur. Küreselleşme, dünya kapitalist sermaye birikiminin sürecinde ortaya çıkan yeni bir aşamadır. Bir anlamda, küreselleşme, batının kapitalist sistemini bütün dünyaya yaymanın yeni yolu olarak ortaya çıkartılmıştır. Aşırı derecede biriken sermaye yeni bir mali ekonomi ortaya çıkarınca, ülkelerin işletmelere ve üretimlerine dayanan reel ekonomileri devre dışı kalmış, borsalar ve mali piyasalar aracılığı ile tam bir kumarhane kapitalizmi gerçekleşmeye başlamıştır. Küreselleşme olgusu bir anlamda kendiliğinden ortaya çıktığı gibi, bir başka anlamda da batılı kapitalist merkezlerin zorlamaları ve dayatmaları ile diğer ülkelerin baskı altında küreselleştirilmeleri de gündeme gelmiştir. Büyük sermaye sahiplerinin hiç bir sınır ya da kayıt tanımadan dünyanın her tarafına egemen olabilmelerinin yolu olarak küreselleşme olayı hız kazanmıştır. Uluslararası alanda giderek büyüyen tekelci büyük sermaye dünyanın bütün ülkelerini serbest pazara dönüştürürken gene aynı doğrultuda dünya ülkelerinin sahip oldukları yeraltı ve yer üstü zenginliklerine de el koymanın peşinde koşmuştur. Bu doğrultuda kurulmuş olan uluslararası ekonomik kuruluşların plan ve programları ile bütün dünyayı kapsayacak yeni bir sömürge ekonomisi düzeni kurmaya çaba göstermiştir. Bu bir anlamda, sermaye sınıfının dünyanın her yerinde istediği gibi üretim yapabilmesi, mal ve hizmet satabilmesi, sermaye ve parasını en yüksek kazanç oranının olduğu ülkeye ulaştırabilmesi anlamına gelmektedir. Ulus ve vatan dışı serbestliğe kavuşan sermaye sınıfı serbestliğini, güvenliğini ve kazancını gerçekleştirebilmek için dünyadaki bütün engellerin kaldırılmasını talep etmekte, bu çerçeve içinde ulusal sınırları ve ulusal egemenlikleri kendi gelişmesi önünde engel olarak görmektedir. Küreselleşme sürecinde, ortak bir pazarın gerçekleştirebilmesi doğrultusunda bütün ulusal sınırlar kaldırılmakta ve ulusal egemenlik düzenleri tasfiye edilmektedir. Ekonomi uluslararasılaşırken, dünyadaki siyasal düzenler de buna uygun bir yönde değişime zorlanmaktadır. Yirmi birinci yüzyılda tekelci sermayenin güdümünde başlatılan süper sömürgeciliğin adı küreselleşme olmaktadır.
Küreselleşme bir yönü ile gelişme ve çağdaşlaşma olarak ortaya çıkmış ama zaman geçtikçe bunun modernleşme olmaktan daha çok emperyal olduğu anlaşılmıştır. Demokrasi ve insan haklarına önem verilir görünmek küreselleşmeyi daha ileri bir aşama olarak ortaya çıkarmış ama batı dışında kalan dünya ülkeleri daha zor durumlara sürüklendiği noktada küreselleşmenin ilerleme olmaktan çok bir eskiye dönüş olarak emperyalizmi getirdiği anlaşılmıştır. Eski emperyalizm bir anlamda görüntüsü de bir biçimde yeniden ortaya çıkmıştır. Bu kez emperyalist devletlerin yerini emperyal şirketler almıştır. Kapitalizmin ulusal kimlikten sıyrılarak dünyaya yayılması, gelir dağılımının bu nedenle eşitsizliğe düşmesi ulusal anlamda batılı ülkelerin demokrasi, insan hakları, azınlık hakları kavramları az gelişmiş ülkelerin iç işlerine müdahale için araç olarak kullanıldıklarını açıkça göstermiştir. Küreselleşme dünyanın batılılaşması biçiminde görülmesine rağmen, batının dışında kalan ülkelere ciddi anlamda bir gerileme getirmiş ve daha çök üçüncü dünya ülkeleri eski konumlarını arar bir düzeye sürüklenmişlerdir. Batılı merkezlerin medyayı kullanarak bütün dünyaya empoze ettiği küreselleşme süreci kısa zamanda batının dışındaki ülkeleri daha da gerilere götürmüş, siyasal ve ekonomik iflaslar ve devletlerin çöküşü birbirini izlemiştir. Küreselleşme olgusu bu yönden dünya ülkelerinin hukuksal yapılarını doğrudan etkilemiş ve bu gibi ülkelerin sahip oldukları hukuk sistemlerini yitirmelerine, uluslar arası hukukun kullanılarak ulusal hukuk düzenlerinin çökertilmesine giden yolu açmıştır. Küreselleşme sürecinde uluslararası hukuk gelişirken, ulusal hukuklar gerileme ve çöküş süreçlerine doğru sürüklenmişlerdir.
Her siyasal gelişme gibi, küreselleşmenin de hukuk alanında getirdikleri ve götürdükleri olmuştur. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra sosyalist sistem çökünce batı kapitalist sistemi tek olarak ayakta kalmış, böylece kapitalist sistem sosyalist devletleri ortadan kaldırdıktan sonra ulusal devletlere yönelmiştir. Küresel anlamda tek bir dünya devleti yaratmak isteyenler, son üç yüz yılın ürünü olan ulus devletleri kendilerine engel olarak görmüşlerdir. ABD'nin öncülüğünde kurulan kapitalist enternasyonel, dünya ekonomik forumu, Bilderberg Örgütü, Dış İlişkiler Komisyonu ve Üçlü Komisyon biçiminde örgütlenerek bütün dünya bu kuruluşlar aracılığıyla küreselleşmenin siyasal ve hukuksal dayanaklarını dayatmak istemiştir. Bu üst düzey kuruluşlarda alınan kararlar hem siyasal hedefler hem de uluslar arası hukukun dayandığı temel ilkeler olarak bütün dünya ülkelerine empoze edilmiştir. Uluslar arası tekelci sermaye artık belirli bir düzeye geldikten sonra bütün ulus devletlerin üzerinde bir konuma sahip olmuş ve bu düzeyde örgütlenerek gelecekte kendi denetiminde bir dünya devletinin kurulabilmesinin yollarını aramıştır.
Küreselleşme bütün dünyayı tek bir düzene bağlama yolunda bütün devletlerin önce küçültülmesine sonra da belirli bir süreç içerisinde erimesine giden yolu açmakta, böylece uluslar arası tekelci sermayenin önünde en büyük engel olarak duran ulus devletleri zaman içerisinde tasfiyesine çalışmaktadır. Devletlerin küçülmesine sağlayacak doğrultuda kamusal alanlar daraltılmakta, ayrıca parçalanmayı gündeme getirecek daha küçük devletçiklerin oluşumuna giden yollar desteklenmektedir. Toplum içerisinde var olan her türlü alt kimliğin yeniden ortaya çıkartılması, insan hakları adına desteklenmesi, bunların oluşturduğu dernek ve vakıfların sivil toplumculuk adına yurt dışından maddi katkılarla etkin kılınmaya çalışılması, hep yeni dünya düzeni sürecinde görülen gelişmelerdir. Bütün amaç ulusu yok etmek ve ulusun siyasal örgütlenmesi olan ulus devleti yıkmak olduğu için bu doğrultuda ulusal toplumu parçalayabilecek bütün unsurlar ve gelişmeler küreselleşme akımı tarafından desteklenmektedir. Bu amaçla din bile kullanılmakta, insanlar arasındaki din farklılıkları yeni tarikat, mezhep oluşumlarına yol açılarak kışkırtılmaktadır. Küreselleşme merkezleri bu doğrultuda ulusal merkezleri değil ama cemaat başlarını ya da merkezlerini muhatap kabul ederek, ulusal toplumların parçalanarak çok unsurlu kozmopolit yapılarının gündeme gelmesine yardımcı olmaktadırlar.
Küresel merkezlerin uluslar arası kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda aldıkları kararlar uluslar arası hukuk olarak devletlere empoze edilirken, ulusal devletlerin kendi ulusal parlamentolarından çıkan yasalar ve hukuk kuralları devre dışı bırakılmaktadır. Küresel emperyalizmin istekleri yeni hukuk olarak dünya uluslarına dayatılmaktadır. Bu tür dış dayatmalarla baskı altında kalan dünya ülkeleri zamanla büyük bir çıkmaza ve kargaşa ortamına sürüklenmektedirler. Yaratılmak istenen küresel imparatorluk sürecinde bütün ulus devletler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakta ve ulusal hukuklarını zaman içerisinde yitirmektedirler.
Yirminci yüzyılın devlet modelleri hem ulusal hem de sosyal bir yapıya sahip bulunuyorlardı. Son yılların küreselleşme akımı, devletlerin ulusallığını kemirdiği gibi sosyalliğini de ortadan kaldırmaktadır. Küreselleşmenin ideolojisi olan neo liberalizm akımı çerçevesinde her türlü sosyal ya da toplumsal yapı tasfiye edilmekte, sosyal politikalarla beraber sosyal devletler de ortadan kaldırılmaktadır. Küreselleşme akımı ortaya çıktığından bu yana, bu akımın uygulayıcılığı ile beraber bekçiliğini de yapan Dünya Bankası ile Uluslar arası Para Fonu, bütün devletlerin sosyal harcamalarını kısmaları için baskı yapmaktadır. Sosyal devlet uygulamalarının kitlelere getirdiği yaşamsal kazanımlar Dünya Bankası programları ile ortadan kaldırılmaktadır. Neo liberalizmin aşırı bireyciliği doğrultusunda herkes kendi olanakları ile baş başa bırakılmakta, her koyun kendi bacağından asılır ilkesi doğrultusunda insanlar sahipsiz ve korumasız biçimde sokakta bırakılmaktadır. Bu gibi gelişmelerin var olan hukuk düzeni açısından çok büyük sorunlar yarattığı ve insanlığın ayakta kalabilmek için inanmak zorunda olduğu adalet idesini ortadan kaldırmaktadı9r. Adalete inancını yitiren büyük kitlelerin ise her türlü olumsuz gelişmeye elverişli bir konuma sürüklendiği görülmektedir.
Bütün hukuk sistemleri açısından, hukukun yaratılması süreci son derece önem taşımaktadır. Küresel merkezler kendi çıkarlarını uluslar arası hukuk diye ulusal devletlere yutturmaya devam ettikleri sürece, ulusal parlamentolar önemlerini yitirmekte ve ulusal egemenlik ilkesi anlamsız kalmaktadır. Küreselleşme akımı bir dünya egemenliği istediği için ulus devletlerin ulusal egemenlikleri de devre dışı bırakılmaktadır. Küresel bir dünya düzeni oluşturmak isteyen finans kapital merkezleri, ulus devletlerin hukuksal dayanağı olan ulusal egemenliğin artık devredilmesi gerektiğini açıkça ileri sürebilmektedirler. Küreselleşme teorisine göre, ulus devletler sahip oldukları ulusal egemenliklerini, uluslar arası kuruluşlara, yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına zaman içinde terk edeceklerdir. Böylece, uluslar arası tekelci sermayenin önündeki en büyük engel olan ulusal egemenliğe dayalı ulus devletler ortadan kalkacak, egemenliğin devri ve bölüşümünden sonra yepyeni yepyeni bir toplum düzeni ortaya çıkacaktır. Uluslar arası kuruluşlar tekelci sermayenin emirleri doğrultusunda çalışacaklar, devletler ve uluslar ortadan kalkacağı için de halk topluluklarını yerel yönetimlerle sivil toplum kuruluşları temsil edecektir. Kamu hizmetlerini yerel yönetimler üstlenecek, toplumsal aktiviteleri ise, sivil toplum kuruluşları yürütecektir. Böylece egemenliğin devri ve paylaşımı gerçekleşecektir. Küresel imparatorluğun merkezleri hukuk kurallarını koyacaklar ve bütün dünya toplumlarının bunlara uymasını baskılarla sağlayacaklardır. Egemenlik dünya sermaye devletinin elinde toplanacağı için, bunun bütün dünyaya yayılması, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile gerçekleşecektir. Küreselleşme sürecinde egemenlik giderek ekonomik kuruluşlar eli ile yönlendirileceği için, egemenliğe dayalı biçimde hukuk yaratma sürecinde de bunlar etkin olacaklardır. Özellikle ulusal devletlerin yasama organlarına kendi devletlerinin hazırladığı yasa taslakları değil ama Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu ya da Dünya Ticaret Örgütü elemanlarının hazırlamış olduğu taslaklar, yeni yasa önerileri olarak getirilecektir. Dünya ekonomisinin yönlendiren bu kuruluşlar dünya ülkelerinin hukuklarının, kendi hazırladıkları ekonomik yapıya uyum içinde olmasına öncelik vermektedirler.
Ulusal hukukun yaratıcısı olan ulusal egemenlikten vazgeçilmesi bir yandan küresel hukukun oluşumunu sağlarken diğer yandan da ulusal toplum içerisinde çok hukuklu bir yapının önünü açmaktadır. İslamiyet'in ilk ortaya çıktığı dönemde Yahudilerle Müslümanların beraberce aynı toplumda yaşamalarını mümkün kılan çok hukukluluk düzeni, küreselleşmeci güçler tarafından ortaya atılmakta ve açıkça savunulmaktadır. Medine Vesikası ile tarihte ortaya çıkan bu durum daha sonraları imparatorluk düzenlerinde bir çok kez uygulanmış ama ulus devletlere geçildiği aşamada tek hukukluluk düzeni öne çıkmıştır. Tek hukuklu yapı bir anlamda ulusal egemenliğe dayalı hukuk düzeni olmuştur. Ne var ki, çeşitli ülkelerde yaşayan etnik ve dinsel azınlıklar farklı konumları gereği tek hukuklu sistemin dışında kalarak uluslar arası azınlıklar hukukundan yararlanabilmişlerdir. Küreselleşme akımı ise, ulusları tasfiye ederken azınlıkları esas almış ve azınlıkların korunması doğrultusunda geliştirilen uluslar arası hukuk ile ulusal hukuk düzenleri yavaş yavaş çok hukuklu bir yapıya doğru dönüştürülmektedir. Farklı din ve etnik köken mensuplarının kendi yapılarından ileri gelen ayrı kurallara uygun olarak yaşayabilmeleri beraberinde çok hukuklu yapıyı getirmekte ve ulusal hukukları kendiliğinden ortadan kaldırmaktadır. Çok hukukluluk istikrarsızlıkla beraber hukuk karmaşasının da öncüsü olmaktadır.
Çok hukukluluğa doğru gidiş insan hakları kavramına farklı bir anlam kazandırmakta, farklı kökenden gelen her etnik, dinsel ya da kültürel azınlığa küresel insan hakları anlayışı çerçevesinde diğerlerinden farklı olma ve kendi özelliklerine uygun biçimde yaşama hakkı tanınmaktadır. Ulusallığın tasfiyesi sürecinde, insan hakları kavramı da eskisinden çok farklı bir misyon yüklenmekte ve küreselleşmeci güçler tarafından ulusal toplumların dağıtılmasında siyasal bir araç olarak kullanılmaktadır. İnsan haklarının başlangıcı olarak herkesin farklı olma hakkı esas alındığında, ortaklıklar ve benzerlikler üzerine kurulmuş olan ulusların dağılma süreci de bilinçli olarak kışkırtılmakta ve desteklenmektedir. İnsan hakları kavramı bir anlamda ulusların ve ulusal devlet yapılarının ortadan kaldırılması doğrultusunda atom bombasından daha etkili bir siyasal silah olarak ortaya çıkmaktadır. Bir hukuksal kavram olması gereken insan haklarının, ulusal hukuklara karşı çıkan anlamda yıkıcı bir etkiye sahip olması, bu kavramı hukuksallıktan çıkararak siyasallaştırmakta ve uluslar arası finans kapitalin ulus devletler aleyhine insan haklarını kullanmasına giden yolu açmaktadır. Bu durumdan ulusal hukuklar çok büyük zararlar görmekte, evrensel merkezlerle iş birliği halinde çalışan azınlıklar, ulusların yıkılmasında etkin bir görevi yerine getirmektedirler. Böylesine bir süreç insanların kafasını karıştırmakta, ulusal kimlikleri zedelemekte ve giderek alt kimlikleri hortlatarak insanların ulusal hukuktaki konumlarından uzaklaşmalarına yardımcı olmaktadır. İnsanlar giderek alt kimlikleri ile hareket eder duruma gelmekte, ulusal kimlikler göstermelik olarak kullanılmaktadır. Küreselleşmenin alt kimliklere öncelik vererek insanların kafalarını karıştırması, ulusal benlik krizlerine neden olmuş ve ulus toplumların yıkılmasında büyük ölçüde tahrip edici bir fonksiyonu yerine getirmiştir.
Geleneksel hukukun temel ilkelerinden birisi olan hukuk devleti ilkesi de küreselleşme sürecinde terk edilmektedir. Var olan devlet düzenlerinin yıkılması için çaba gösteren küreselleşmeci emperyalizm her türlü devlet ilkesine karşı olduğu gibi hukuk devleti ilkesine de karşı çıkmaktadır. Bunun yerine hukukun üstünlüğü ilkesini gündeme getiren küreselleşme akımı devletsiz bir hukuk kavramı yaratmaya çaba göstermektedir. İnsanı birey olarak esas alan bir hukuk anlayışı atomizasyonu toplumun her kesimine taşımakta ve böylece hukuk düzenlerinin toplumsal tabanını yıkmaktadır. Yerel yönetimlere öncelik tanındığı doğrultuda, kentlerin ortaçağda olduğu gibi şehir devletlerine dönüşmesi ile ulusal hukuka gerek kalmayacak, yerel yönetimler de kendileri için hazırlanmış olan özerklik şartı doğrultusunda kendi kendilerini yönetirken, küresel merkezlerin evrensel hukuklarına kesin olarak uyum göstereceklerdir. Ulus devlet, sosyal devlet ile beraber hukuk devleti ilkesi de küreselleşme akımının açıkça karşı çıktığı bir anlayış olarak gündeme gelmektedir. Ulusların bağımsız yaşayabilmeleri için zorunlu olan ulusal hukuk yapılanmasını sağlayacak olan hukuk devletinin ortadan kaldırılması, dünya uluslarını ve halklarını küresel emperyalizmin oyuncağı durumuna sürüklemektedir. Böylesine bir süreçte, dünya ulusları yeniden emperyalizmin acımasız çizmeleri altında ezilmeye doğru sürüklenmiştir.
Küreselleşmeci akım, siyasal anlamda neo liberali,zmi bir ideoloji olarak savunurken, entelektüel anlamda da post modernizmi gündeme getirmiştir. Post modernizm, modernizm sonrası dönemi açıklamak için savunulurken, bir anlamda insanlığın yüz yıllardır biriktirmiş olduğu akıl ve düşünce potansiyeli hedef alınmıştır. Ciddi anlamda bir bilinç bozumu ya da kaydırması post modernizm denilen saçmacılık akımı ile gerçekleştirilmek istenmektedir. Küreselleşme akımı her şeyi yıkarken, post modernizmi bu yıkıcılığına bir açıklama olarak getirmektedir. Ulus devletlerin büyük ve güçlü hukuk düzenlerini reddeden post modern hukuk anlayışı bireyin haklarını öne çıkararak toplumsal atomizasyonu açıkça savunmakta ve ciddi anlamda yıkıcılığı desteklemektedir. Her şeyin göreceli olmasını temel hareket noktası olarak ele alan bu anlayış, sosyal gerçekliğe kuşku ile bakarken değişkenliği hukuka olan inancı sarsmakta ve tartışmalı durumların fazlalığını öne sürerek daha az hukuk istemektedir. Böylece yerleşik hukuk düzenlerinin küresel emperyalizmin önünde ciddi bir engel olmasını önlemek istemektedir. Siyasal merkezcilik reddedilerek, ademi merkeziyetçi bir yaklaşımla yerel hukuk oluşumlarına öncelik tanınmakta ve bu yoldan emperyalizmin istediği güçsüz ve küçük yapıların ortaya çıkmasına yardımcı olunmaktadır. Yasama organlarının hazırladığı yasalar herkes ve her durum için geçerli olamaz, aksi takdirde büyük haksızlıklar ortaya çıkabilir. Her hukuk olayının çözümü kendi içinde saklı bulunmaktadır. Önemli olan her olayın kendi içindeki çözümü bulunarak mikro anlamda adaletin gerçekleştirilmesini sağlayabilmektir. Genel geçerli bir adalet anlayışı olamaz Modern dönemlerin makro hukuk sistemleri adaletsizdir. Post modernizm, hukukta farklılığa, heterojenliğe, çelişkilere ve yerel oluşumlara öncelik vererek, modern dönemlerin pozitif hukuk düzenine karşı çıkmakta ve bu nedenle de yeni bir hukuk karmaşasının ortaya çıkmasına giden yolu açmaktadır. Temel özelliği belirsizlik olan post modernizm, hukukta önceden kurallarla belirleme anlayışına karşı çıkmakta, belirsiz durumları savunarak küresel emperyalizmin önünü açmaktadır.
Küresel emperyalizm doğrultusunda bir yeni dünya düzeni kurmak isteyen küreselleşmeci akım, kendi istediği düzeni kurabilmek için önceliği var olan düzenlerin yıkılmasına vermiştir. Günümüzde yeryüzünde yer alan iki yüz civarındaki bağımsız devlet düzenini küreselleşmeci emperyalizm ortadan kaldırmak istemektedir. Uluslar arası finans kapitalin merkezinde yer aldığı bir dünya devletini küresel imparatorluk düzeyinde kurmak isteyen para babaları, sosyalist sistemden sonra ulus devletlere savaş açmışlardır. Küreselleşme sürecinde uluslar arası kuruluşları ve ekonomiyi bir silah olarak kullanarak istedikleri dönüşümü sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu aşamada hukukun ve pozitif devlet düzenlerinin kendileri için engel olmaması doğrultusunda bunları tasfiye eden bir süreç desteklenmektedir. Bu nedenle, küreselleşme akımı bütün dünyada bir hukuksal karmaşa yaratmıştır. Yerleşik hukuk düzenlerinin yanı sıra bir de küresel hukuk getirilmiş ve bu ikisinin çatışmasına giden yol açılmıştır. On yılı aşkın bir süredir devam eden bu durum, küresel emperyalizmin uluslar arası finans kapitalin istediği doğrultuda bir dünya devleti kuramayacağını açıkça ortaya koymuştur. On yıllık deneylerden yararlanılarak artık bir durum değerlendirilmesi yapılmasının zamanı gelmiştir. Dıştan dayatmalı ve zorlamalı bir küresel hukuk düzeni kurulamayacağı anlaşılmıştır. Şimdi sıra dünya devletlerini ve uluslarını muhatap kabul eden, onlara var olma hakkı tanıyan ve onlarla yeni dünya düzeni koşullarında bir anlaşma sağlamaya öncelik veren yeni bir tutumun izlenmesine gelmiştir. Küreselleşme akımını yönlendiren büyük sermaye merkezleri bu gerçeği görürlerse, yaratılmış olan hukuk karmaşası daha kısa zamanda ortadan kaldırılabilecektir. Eski tutumlarda ve politikalarda ısrar edilirse, yaratılmış olan hukuk karmaşası daha da büyüyecek ve giderek içinden çıkılmaz bir düzeye gelecektir. O aşamada dünyanın geleceği için küreselleşmenin bir çözüm olduğuna inanmak son derece zorlaşacaktır. Şimdiye kadar yaşananlardan dersler çıkartılarak izlenecek yeni yaklaşımlar içine düşülen karmaşadan bir an önce kurtulabilmek için yararlı sonuçlar sağlayabilecektir. Küreselleşmeyi yönlendiren merkezler şimdi bir durup karar verme aşamasındadırlar. Yıkıcılığa devam mı edecekler yoksa, şimdiye kadar yıktıklarının artık onarılması gerektiğini ve bunun için de yeni politikalara gereksinme olduğunu görebilecekler mi? Önümüzdeki dönemde bu sorunun çözümü bütün dünya ülkelerine yeniden barış, düzen ve refahın gelmesine yardımcı olacaktır.
|