Demokrasi çağdaş toplum olmanın temel şartlarından biridir. Antik Roma ve Grek Medeniyetlerinden itibaren devlet felsefesinde tarihçesi ile birlikte en çok üzerinde durulan bir kavramdır. Günümüze kadar birçok kültürlerde değişik şekillere bürünmüş, devlet yönetiminin farklı şekillerinde yine farklı uygulamalara tabi tutulmuştur.
Beşeri varlıkların mevcudiyetinden bahsedildiği sürece demokrasi de sürekli gündeme gelecektir. Bu varlıklar geniş bir perspektiften bakıldığında kavim, aşiret, ümmet, cemaat, cemiyet, halk, millet … aşamalarından geçmişlerdir. Bunların hepsinde bugünkü manada bir demokrasi tabiatıyla mevcut değildi.
Demokrasiden bahsedebilmek için sosyal tabiatın öncelikle şu üç öğesinin bulunması gerekir; Halk, Millet, Devlet. Demokrasinin (Demos-Halk/Kratos-İktidar)halkın İktidarı olduğu düşünülürse, bu üç kavramın niçin ön plana çıktığı anlaşılacaktır.
Toplumsal değişme sürecinde Halk, Millet oluşumundan öncedir. “Halk” ve “Millet” kavramları özellikle siyasi platformda yanlış algılanmakta, biri diğerinin yerine kullanılmaktadır. İki kavram da maalesef ideolojik kavgalara alet edilmekte, bir kesimin kullandığını öbürü kasıtlı olarak telaffuz etmemektedir. Ama tarafların ikisi arasındaki farkları bilmediği ve yanlış kullandığının farkında olmadığı kesindir. Çünkü bilseler yanlış kullanmazlardı.
Önceleri dağınık halde yaşayan topluluklar daha sonra birlikte yaşama sürecine girmişlerdir. Halk tesadüfen bir araya gelmiş insan yığını değildir. Gerçek halk, bireyleri arasında birtakım müeyyideler oluşturup uygulayan, bunu muhafaza eden bir varlıktır. Aksi takdirde bir yığın(güruh) olmaktan öteye gidemez. Halk kendi içinde bir kültür ve gelenek birliği oluşturmaya başladığı zaman ”Millet”e dönüşür. Yani Millet Halkın kültür ve gelenek birliğine sahip şeklidir. Millet ırk, dil, din, gelenek görenek birliğini ifade eder. Ancak göçler, savaşlar, evlenmeler, kültür mübadeleleri bu birliği büyük ölçüde bozmuş, günümüzde ise ekonomik ve siyasi çıkarlar millet bütünlüğünü tehdit eder hale gelmiştir.
Halkın ve Milletin varlığını muhafaza edebilmek için kendi içerisinde örgütlenme ihtiyacını duyması Devlet kavramını ortaya çıkarmıştır. Bu sürecin temel göstergeleri şunlardır;
a- Birlikte yaşama duygusu; Birlikte yaşayan insanlar aile, küçük gruplar, büyük gruplar, cemaat, cemiyet, halk, millet aşamalarından geçerek devlet fikrine ulaşırlar. Esasen Devlet, bir arada yaşayan insanların örgütlenme ve disiplin içinde hareket etme isteklerinin en üst düzeydeki şeklidir. Başlangıçta dağınık ve göçebe halinde yaşayan insanların birlikte
yaşama içgüdüsüne uyarak örgütlenmesi ve bunu yazılı esaslara (hukuki temellere), muayyen norm ve müeyyidelere dayandırması “Devlet” kavramını ortaya çıkarmıştır. Aksi takdirde, yani devletin olmaması halinde anarşi(devletsiz toplum düzeni) meydana gelecek, toplumsal ilişkilerin tayininde kuvvet, kalabalıklık, tedhiş(terör), korku ve keyfiyet hakim olacaktı.
b-Ortak toplumsal değerler etrafında birleşme; Birlikte yaşama yani toplum düzeni kollektif bir şuuru yaratır. Bu şuur da toplumsal düzen, dirlik(toplumsal barış), meşru egemenlik, otorite, eşitlik, hürriyet gibi ortak toplumsal değerleri zorunlu kılar. Bu zorunluluk ise “Demokrasi” kavramını beraberinde getirir. Birlikte yaşama insanları kollektif şuurun bu sonuçlarına katlanmaya mecbur eder. İnsanların bunu kabullenmesi devletin temel felsefesini ve varoluş sebebini belirler.Halkın ortak bir gaye ve ulvi değerler etrafında birleşerek bunu hukuki esaslara dayandırması ise devlet kavramını doğurur. Aslında devlet halkın kendisidir, ya da kendi temsilcilerinin teşkil ettiği hukuki organizasyondur. Bu birleşmenin sebebi herhangi bir zaafiyet olmayıp, insanların doğuştan getirdiği bir arada yaşama duygusu ve bunun zorunlu kıldığı ortak toplumsal değerlerdir. O halde devlet ortak, benzer, farklı ırk, dil ve dine mensup insanlar ile adına millet dediğimiz ve ortak kültürel, geleneksel değerler bütünlüğüne sahip bir topluluğun müşterek iradesini temsil eden güç demektir.
c- Güvenlik ve Savunma ihtiyacı; Devletin varlık sebeblerinden biri de ülkesinin ve yurttaşlarının güvenliğini sağlamaktır. Yirmibirinci asırda bu konu özellikle daha önemli hale gelmiştir. Bir ülkenin jeo-strajetik konumuna göre güvenlik ve savunma ihtiyacı değişiklikler gösterir. Öyle ki, diğer bazı ülkeler açısından bakıldığında, toplumun öteki ihtiyaçlarının ve hatta demokratik değerlerinin dahi geri plana atıldığı görülmektedir. Ülkemiz ise bu açıdan çok kritik bir konumda bulunmaktadır.
Demokrasi halkın iktidarıdır. Herkes böyle bilir ve toplumların bugün içine düştüğü bunalımlar için sihirli bir çare zannedilir. Ama önce demokrasinin ne olduğuna bakmak lazım. Demokraside bütün vatandaşlar toplum ve devlet işlerine ilişkin kararlara katılırlar. Yani herkesin siyasal iktidara katılma hakkı vardır. Kanun devleti esastır. Kanunlar herkese eşit şekilde uygulanır. Bu fikirler Antik Yunan’da Perikles’e aittir. Ancak böyle bir demokrasi hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.. Orta Çağ’da rafa kaldırılan bu demokrasi, 1789 Fransız İhtilali ile yeniden gündeme gelmişse de tam manasiyle tatbik sahasına konulamamıştır. İhtilalin öngördüğü “Eşitlik”(müsavat-égalité), “Özgürlük”(hürriyet-liberté) ve “Kardeşlik”(uhuvvet-fraternité) prensipleri Batı Demokrasisinin temel kavramlarını teşkil etmiştir. Aynı ilkeler Osmanlı’da Tanzimat Fermanında(1839)benimsenmiştir. Daha sonra bu demokrasi anlayışı siyasal alanda geliştirilerek; seçme, seçilme, temsil etme, oy hakkı, egemenlik, kanun hakimiyeti, herkesin kanunlar önünde eşitliği ilkesi, temel özgürlükler…gibi esaslara bağlanmıştır.
Yine Antik Yunan’daki demokrasiye döndüğümüzde Atina’da, yukardaki konularda halkın doğrudan doğruya yetkisini kullanması şeklinde bir anlayışa rastlıyoruz.
Savaş ilanı, barış yapma, kanunların yapılması, iç ve dış politikanın belirlenmesi…gibi egemenlik haklarınını halk ya doğrudan kendisi kullanır, ya da seçmiş olduğu temsilcileri aracılığıyla kullanırdı. Kağıt üzerinde idealize edilen bu demokrasi anlayışında zaman içinde Batı ve Doğu ülkelerinde bazı çatlaklar ortaya çıkmaya başladı;
1- Seçmen ve seçilen arasında mesafelerin, hatta kopuklukların ortaya çıkması,
2- Egemenliğin milletin elinden kayarak belirli kesimlerin eline geçmesi,
3- Demokrasinin sihirli değneği özgürlüğün halk-millet-devlet üçgeninde bir istismar aracı haline gelmesi.
Önce seçen ve seçilene bakalım. Ülkemizde seçme ve seçilme yaşı onsekize indirildi. Bu da kamuoyuna demokratik bir adım olarak sunuldu. Onsekiz yaşındaki bir genç, asla seçilmez de, eskaza seçilse öğrenimini nasıl tamamlayacak? Bulunduğu ilin kazalarını sayamıyacak kadar coğrafya bilgisi olmayan, üniversiteye girebilmek için fen dersleri dışındakileri boşlayan ve Tarih-Edebiyat-Felsefe’den nasibini alamayan gençler yasama çalışmalarında ne kadar faydalı olacaklardır? Böyle bir şey onlara iyilik değil, kötülük yapmaktır. Zaten ilkokuldan itibaren bilse de bilmese de otomatik olarak sınıf geçen çocuk, gençlik döneminin dinamizmi ile bunun farkında olamıyacaktır. Yetişkinlere gelince; Bunların kendi temsilcilerini isabetli şekilde seçebilmeleri için eğitim, meslek, gelir seviyelerinin yüksek olması arzu edilir. Yetişkin seçmenlerin niteliği sadece bu kriterlerle sınırlı olmamalıdır. Siyasete ilişkin sağduyu, öngörü, tecrübe de gereklidir. Sosyal ve ekonomik gelişmişlik kriterlerini tam manasiyle taşımasa da Türk Milletinin siyasete ilişkin engin sağduyusu demokrasi için büyük önem taşımaktadır.
Seçmen, temsilcilerini kendisi mi belirliyor? Hayır. Aday listesini bilmiyor veya tanımıyor. Bazen de kesinlikle oy vermiyeceği adaya sırf parti yüzünden kerhen oy vermek zorunda bırakılıyor. Bir ara tercihli oy yöntemi vardı. Tabi bu yöntem partilerin işine gelmeyince hemen kaldırdılar. Demokrasinin en önemli kırılganlığı buradadır. Demiştik ya, Antik Yunan’ın öngördüğü demokrasi hiçbir zaman uygulanamamıştır diye. Bugün de öyle.
Peki devletin yasama organının üyesi olmak isteyenler için aranan şartlar var mıdır? Önümüzdeki seçimler için bazı şartlar getirildi. Teröre bulaşanlar, çocuklara ve diğerlerine cinsel istismarda bulunmuş olanlar, kadına şiddet uygulayanlar, mahkemece cezaya çarptırılanlar(uyuşturucu, vatan hainliği, bölücülük…vs) seçilemiyecekler. Çok güzel şartlar tabi.
Söz konusu durum hukuki müeyyideler çerçevesinde düşünülenlerdir. Bunun yanında Ahlaki, Terbiyevi, İktisadi, Ticari, Ailevi…müeyyideleri dikkate almıyacak mıyız? Hırsızların, mürtekiplerin, yalakaların, döneklerin, dolandırıcıların da bu kapsamda düşünülmesi kaçınılmazdır. İşin hukuki yönününe yeterince vakıf olmadığımız için burada yanlışımız veya eksiğimiz olabilir. Ancak bu yazdıklarımızın bazıları eğer ön şartlar dahilinde bulunmuyorsa geçersiz ya da uygulanabilir olmadıkları anlamına gelmez. En azından temayül
yoklamaları bu şartların aranması bakımından çok uygun bir sınav niteliğindedir. Hukuki müeyyideler zaten işin tabiatında var. Önemli olan şu sıraladığımız diğer müeyyidelerdir. Bundan da daha önemlisi seçilenlerin ilgili yasama dönemi içinde ne yapabildikleri, ne yapmadıklarıdır. Zira yasama çalışmalarına katılım bilgi, kültür, tecrübe, vatanperverlik, seciye, ahlak, irade, vicdan, devlet ve toplum şuuru gerektirir. Ancak bu şekildeki üyelerden müteşekkil bir meclisin çıkardığı kanunlar ülkeye fayda sağlar. Aksi takdirde II.Meşrutiyet’in gayri milli Meclis-i Mebusanından bir farkı kalmaz. O zamanki gayri millilik daha çok etnisiteye dayanıyordu. Ama günümüzün olabilecek gayrı milliliği bu yazının kapsamına sığmayacak kadar farklı ve geniş bir meseledir.
Yukardaki izahatın tabii bir sonucu olarak egemenliğin zemininin kayması da kaçınılmaz hale gelmiştir. İktidar ve muhalefetin, egemenliğin yegane kaynağı olarak milleti gösteren ısrarlı söylemlerine rağmen kayan zemindeki çatlaklar, realitenin değişik olduğunu göstermektedir. Milletin iradesine arka planda ipotek ve haciz koyan güçlerin olduğunu söylemek lazımdır.(Aristokrasi, Plütokrasi, Oligarşi).Yani soylular, zenginler ve imtiyazlılar. Bu tablo tarih boyunca aşağı yukarı bütün kültürlerde böyledir. Antik Çağda askerler ve soylular, Orta Çağda derebeyler,din adamları, Yeni ve Yakın Çağlarda zenginler(burjuva), oligarşik düzenin temsilcisi imtiyazlılar, Osmanlılarda mütegallibe sınıfı, … egemenliğin ortakları olmuşlardır. Zenginlerin Fransız İhtilaliyle başlayan siyasi iradeye ortak olma hevesi, bugüne kadar süregelmiş olup, hala devam etmektedir. Atatürk’ün “Hakimiyet bila kayd-ı şart milletindir” düsturunu yeniden değerlendirmek gerekiyor galiba.
Üçüncü konu özgürlük(hürriyet) meselesidir. Sadece siyasi açıdan değil, hayatın her alanında insanın kendi hür iradesi ile hareket etmesi, karar vermesi ve hür yaşaması kadar güzel bir şey yoktur. Özgürlük; yaşamak, düşünmek, fikir beyan etmek, inanmak, meslek edinmek, iktisadi faaliyetlere katılmak…gibi alanlar için büyük önem ifade eder. Bunlara temel özgürlükler de diyebiliriz. Burada esas mesele özgürlüklerin mahiyeti, miktarı, sınırları, nerede nasıl kullanılacağıdır. İnsanın özgürlüğü, başkalarının temel hak ve hukukuna zarar verilmediği, toplum hayatı ve kamu düzeninin müeyyidelerine uygun hareket edildiği sürece geçerlidir. Yoksa insanın aklına her geleni yapması, kontrolsüz tutum ve davranışlar içinde bulunması özgürlük değildir. Hele hele kendi kültürüne, tarihine, diline kayıtsız kalmak, devlete ve devlet adamlarına yan bakmak, hakaret etmek, devlet otoritesini zaafiyete uğratmak hiç değildir. Bu tür davranışlar özgürlük değil, ahlakın cezai müeyyideye tabi olmayan, ancak bireyi kendi eliyle itibarsızlaştıran, tefessüh etmiş örneklerinden başka bir şey değildir. İnsanın iradesi, ahlakı, edebi, görev sorumluluğu…gibi kavramlar özgürlükden daha az değerli değildir. Bunlar olmadan yaşamak, özgürlük olmadan yaşamaktan daha zordur. Ödev ve sorumluluklarını unutan, üretmeyen, çalışmayan, doyumsuz, sadece içgüdüleriyle hareket eden asalakların özgürlükten söz etmeye hakları var mıdır?
Yukarda analizi yapılan bu üç husus, bugün karşımıza demokrasinin zaafiyetleri olarak çıkmaktadır. O zaman böyle bir demokrasi sorgulanır hale gelmektedir. Ne yazık ki,
sorgulanmak bir yana, daha çok özgürlük, daha çok oy, daha çok temsil kabiliyeti, daha çok egemen olma isteği ön plana çıkmakta, bu da demokrasi zannedilmektedir!
Prof.Dr.Hikmet Yıldırım Celkan
|