“Şimdi yine Türk tarafını haksız duruma düşürmek ve dünya kamuoyunda istilacı kuvvetler gibi göstermek çabalarının altında yatan maksat ve gayelerini bilmeyen yoktur. Türk askerini bundan uzaklaştıracaklar ve Yunanistan’dan yığacakları kuvvetlerle i-kinci bir Girit faciasını tarihlerine yazacaklardır. Bu kadar yıldır başımıza getirdikleri büyük felaketler, bizlere çok pahalıya mal olduğundan tekrarına nasıl göz yumabilir, müsaade edebiliriz?” 1976
Dr. Fazıl KÜÇÜK
AB’nin yapısının çatırdamaya başlamış olmasının yeni bir olgu olmadığı biliniyor. Bunu Almanya’da Merkel’in partisinin oylarının düşmüş olması ile uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını düşünüyoruz. Uzun süredir Başbakan olan Merkel Hükümeti uyguladığı politikalarla ırkçılığın gelişmesinin dal ve budak salmasının önünü açıyordu. Almanya’da başlayan bu süreç diğer AB ülkelerini de etkisi altına almış bulunuyor. Doğal olarak yaşananlar birlik içindeki çatırdamanın bu noktaya taşınmasının nedeni oluyor.
Gelişmelerin ivme kazanması üzerine AB Komisyonu Ekonomik ve Mali İşlerden sorumlu üyesi Pierre Mosdavici, “Almanya gibi bir ülkenin kırılganlaşmasının Avrupa’yı ve acilen el atılması gereken reformları tehlikeye düşürebileceğini” söylüyordu. Konuya ilişkin olarak şöyle mi böyle mi adım atalım noktasına taşınan reform sürecini de çatırdamanın başladığı süreç olarak almak gerekiyor. Bu nedenle yaşanmakta olan açmaz Almanya’nın sorunu olmasının ötesinde yapısal olduğu gerçeğidir. Türkiye’ye karşı oynanan oyunları da bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.
Ada’nın güneyindekilerin tek sorunlarını ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne geçiş için yeni kapıların açılması oluşturuyor. Birlik içinde yaşananlardan fazla etkilenmemek için bu yolu seçtiklerini kaydetmek istiyoruz. BM’in öncülüğündeki müzakere sürecine ivme kazandırılmaya çalışılırken karşı tarafın bu isteklerini salam politikası olarak değerlendirmek gerekiyor.
Burada gözlerden kaçırılmaması gereken en önemli husus bu isteklerle öne çıkılarak Ada’nın çevresindeki hidrokarbon zenginliklerinin gizlenmesi oyunudur. Bu zenginliklerin tek sahibi bizleriz olgusunu yaratmak için yıllardır bölge ülkeleri ile yaptıkları ikili, üçlü, dörtlü anlaşmalar biliniyor. Bu
nedenle uyuşmazlık olgusu yasal olmanın ötesinde uluslararası açmaza doğru evrilmiş bulunuyor. İlan edilmiş olan Münhasır Ekonomik Bölge yaklaşımlarının yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. En azından Ak Deniz’e kıyıdaş olan ülkelerin de Türkiye ile birlikte konunun üzerinde ciddi çalışmaların yapılmasını gerekli kılıyor.
Buna karşın karşımızdakilerin Türkiye’yi kıskaca alabilmek için bu yolu seçtiklerinin de bilinmesi gerekiyor. Böyle bir işe güçleri yeter mi diye sorgulamadan diplomasinin bütün kanallarının işletilmesi gerekiyor. Eğer bu konuda gerekli uzlaşının sağlanamaması halinde Türkiye’nin de uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanarak kendi Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmesini zorunlu kılıyor.
Münhasır Ekonomik Bölge bir devletin kıyılarından itibaren 200 deniz milidir (370 kilometre). Bu alandaki deniz yatağı ve toprak altındaki zenginliklerden deniz dibi balıkçılığı ile hidrokarbon ve diğer ekonomik zenginlikleri içeriyor. Bunlardan da kıyıdaş ülkeler kıyı uzunluklarına göre yararlanma hakkına sahip oluyorlar. Ak Deniz’de en uzun sınırı olan kıyıdaş ülke Türkiye olduğuna göre bu konunun öncelikle yapılması gerektiğini kaydetmek istiyoruz.
Ada’daki müzakere sürecine yönelik adımlar atılırken yeni kurulacak olan yapının Federasyon olması ısrarından vazgeçilmesini gerekli kılıyor. Çünkü bugüne dek denenmiş olan ilk bakışta hoş bir görüntü veren gelişmiş ülkelerdeki federasyon uygulamalarının kısa sürede yıkıldığı biliniyor. Bunun en yakın örneği 1959 – 60 Antlaşmaları ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti olduğu gerçeğini hep birlikte yaşamış bulunuyoruz.
Denenmişin yeniden denenmesinin kim veya kimlere ne yararının olacağının da araştırılmasına gerek olmadığının bilinmesi gerekiyor mu ne…
SEVGİ ile kalınız…
09 Kasım 2018 - Ankara -
|