“Kıbrıs Türk mücahidi, ada Türklüğünün selameti, refahı, hür ve müstakil başı dik insanlar olarak bu topraklar üzerinde ebediyete kadar şerefle yaşamasını sağlayabilmek için yorulmak bilmez bir gayret sarf etmiştir. Kıbrıs Türk’ünün her felaketli anında yanı başında bulunmakta tereddüt göstermemiş aksine bunu vazife saymıştır”. 1967
Dr. Fazıl KÜÇÜK
Günümüzde yanıtlanması gereken güncel sorunun Kıbrıs’ta sonuç odaklı özlü müzakerelerin başlayıp başlamayacağı noktasında düğümlenmektedir. Yarım asrı aşan sürede uyuşmazlığın çözüme ulaşılabilmesi için yapılan bütün müzakerelerin çözüm odaklı olarak başlatıldığı biliniyor. Halen tartışılan ve çözüm odaklı olduğu savlanan Annan’ın Belgesi’nin de çözüme katkısı olmadığı gibi toplumun çözüldüğü noktada olduğumuzun bilinmesi gerekiyor. Sıklıkla yineliyoruz. Karşılıklı güven sağlanmadan çözümün olanaksız ötesi olduğu da bilinen bir başka gerçektir.
Çözümün anahtarı maymuncuk ötesine evrilirken kemikleşmiş tutumların da çözülmesi iyice zora giriyor. Hele ki Birleşik Kıbrıs düşüncesinin de bulunduğumuz ortamda konuşulması ne kadar gerçekçidir? Sorusunun da yanıtının verilmesi gerekiyor. Buna koşut 56 yıl önce kurulmasına karar verilen BM Barış Gücü’nde 34 ulusa mensup 150 binden fazla kişinin görev aldığı ilgililer tarafından açıklanıyor. Anılan güç adada bozulan düzeni kurmakla görevlendirilmiş olmasına karşın gelinen nokta ortalıklardadır. Çözümsüzlüğün bir nedeninin de BM’in aldığı kararların hukuk kurallarına bağlı olması değil siyasi olarak karar veriyor olmasıdır. Bu nedenle Kıbrıs uyuşmazlığı konusunu daha yıllarca çok konuşacağız gibi görünüyor.
Geçtiğimiz günlerde ara bölgede bulunan Ledra Palas’ta Güven Yaratıcı Önlemler çerçevesinde açılan sergide ana tema yaşananların 1974 yılından itibaren başlatılıyor olmasıydı. Böyle bir başlangıç ceza sahası içinde yapılan 9 kusurlu hareketten yalnızca bir tanesidir. Hakemin de bunu cezalandırması gerekiyor. Bu kusurlu hareketi bilmesi gereken Bayan Spehar, Kıbrıs’ta kalıcı barış için diyalog, güven ve işbirliğinin “olmazsa olmaz olduğunu ve güven yaratıcı önlemlerin amacının da bu olduğunu” söylerken tek ayak üzerinde konuştuğu anlaşılıyor.
Bütün gerçeklere karşın Rum siyasetçiler “Türkiye’nin bölgede yürüttüğü faaliyetlerine karşı BM’in tavrından rahatsızlık duyduklarını” söyleyebiliyorlar.
Buna koşut 26 Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminden sonra müzakere sürecinin Crans Montana’da kaldığı yerden sürdürülmesini istiyorlar. Nalıncı keseri gibi her konuyu kendilerine göre yontma konusunda kimsenin ellerine su dökemediğini de kanıtlıyorlar. Yeni dönemde keserin sapının ellerinde kalma olasılığının da bir hayli yükseltilmesini istiyoruz.
26 Nisan’dan itibaren 5’li görüşmelerin başlatılacağı öngörüsünün biraz uzak olasılık olduğu bilinmelidir. Denenmiş olan yöntemlerin yeni bir olgu olarak sunuluyor olması anlaşılır olmanın da ötesindedir. Bu tür süreçlerin tuzaklarla dolu olması ve bugüne değin yapılmış olan bu tür toplantıların nerede ise tamamında aleyhimize alınmış kararlar içerdiği bilinmektedir.
Maraş konusunda bir sulu bardakta fırtına kopartılır gibi toplantı yapılmasının çok yönlü odak noktasında düğümlendiği gerçeği de yaşanıyor. BM’in yıllar öncesinde aldığı Maraş’ın yasal sahiplerine iadesi kararı sonrasında karşımızdaki unsur ise bölgenin kendilerine ait olduğunun türküsünü çığırmaya başladı. Buna karşın Larnaka Kaza Mahkemesinin 1958 yılında aldığı kararı görmezden geliyorlar.
Maraş’ın yasal sahiplerinin kim veya kimler olduğu vakıf senetlerinde kayıt altındadır. Daha sonra yapılan düzenlemeler vakıf hukuku ile miras hukukuna da aykırıdır ve yasa dışıdır. Rum yönetiminin bu gerçeği görmezden gelerek BM’den karar almaya çalışması aynı zamanda çok savundukları Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına da aykırıdır. Vakıf Anayasasının geçerli olduğu çok net olarak anayasada belirtildiğinin de bilinmesi gerekiyor.
Bugüne değin siyasi kararları almış olan BM’in Ada’daki Türk Vakıfları konusundaki hukuk kurallarını iyi değerlendirmesi gerekiyor mu ne…
SEVGİ ile kalınız…
21 Şubat 2020 - Ankara -
|