20 yy. şairlerinden olan Selim Aru, her yeni günün erken saatlerinde, Samatya sahilinde yürüyüşlere çıkarmış, aynı saatlerde kendisi gibi yürüyüş yapanların arasında, uzun boylu sarışın, güzel yüzüne ışık saçan mavi gözleriyle, etrafına hafif tebessüm eden bu kız, uzun sarı saçlarını arkadan atkuyruğu denen şekilde bağlarmış.
Kendisine çok yakışan lilâ rengi eşofmanı arada bir kahverengi eşofmanla değiştirir, çok ender de olsa, bazen siyah pantolon üzerine uzun el örgüsü örülmüş kazak giyermiş, her sabah erken saatte koşar adımlarla sahilde yürüyüş yapan bu kıza , Selim Aru önceleri tazeliğine hayran olmuş, daha sonraları hayallerini süslemeye başlamış bu ismini bilmediği kız.
Günler akıp giderken bir delikanlı belirmiş kızın yanında ikisi gülerek aralarında bir şeyler konuşarak yürüyorlar, Selim Aru, bu delikanlıyı için için kıskanır olmuş, yanlarından geçerken Rumca konuştuklarını ve kızın adının Eleni olduğunu öğrenmiş, güzel uzun boynunu pırlanta haçın süslediğini fark etmiş, demek ki bu delikanlı ile aralarında bir şeyler var.
Selim Aru buna rağmen her gün kızı görebilmek için sahildeki yürüyüşlerine devam eder ama bir süre sonra Eleni görünmez.
Bir gün bir hafta bir ay aynı şekilde kızı görebilmek için sahile gider ama nafile, kız yoktur.
Selim Aru bu içindeki fırtınayı,
“Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin
Ay’da yüzün geceyi öpen sularda sesin
Bilmek istemem, şimdi nerede nasıl kiminlesin
Dünya gözümde değil, çünkü sen gönlümdesin.”
Bu dörtlüğe aktararak, Alaeddin Yavaşca’ya getirip verir, Yavaşca da bu güfteyi Hicaz makamında besteler…
İşte, uzun yıllardır çalınıp söylenen bu güzel “Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin” şarkının hikâyesi.
|