Anadolu’da Nisan ayı kutsal bilinir. Nisan ayında toprak ürperir çünkü, umutlar sonradan savrulup gitse de. Hele 17 Nisan’da bir uğultu gelir toprağın derinlerinden. Masallardaki yeşil yaprak çıkar gibi olur yeryüzüne karanlık kuyulardan, kabaran sularla. “Yeşil yaprağı görünce korkmayacaksın” der masal: “Korktun mu taş kesilirsin.” 17 Nisan’da bir müjde şimşeği parlayıp söner; mutsuzlar mutlu düşler görür; toprak uğrunda ölen, üstünde çalışan yoksullara gülümser; yılanlar, çiyanlar, sülükler, keneler yoktur o gün görünürde.
17 Nisan’da yer demir, gök bakır değildir henüz; Yaşar Kemal'in, Fakir Baykurt'un köy anaları acı karamsarlıklarından sıyrılıp ağayı, muhtarı, imamı ve kaderi bir başka gözle ve daha az kuşkuyla görürler. 17 Nisan’da insan insanı sömürmez oluverir birden; özgürlük soyut bir ülkü, bir palavra olmaktan çıkıp büyük çoğunluğun yaşama, okuma hakkı, kömürü topraktan çıkaranların kömürle ısınma hakkı olur; eşitlik Sivas'ın Sivrialan köyündeki Aşık Veysel'in belki çok akıllı kızıyla, İstanbul'un büyük adasındaki tüccar ile Veysel'in belki çok akılsız kızının ayni yükselme olanaklarını bulmaları anlamına gelir o gün. Mevlâna ile Yunus, Baki ile Karacaoğlan, Şeyih Galip'le Muhyi. Orhan Veli ile Başaran kol kola girerler, köylü kentli bir uğurda savaşır 17 Nisan’da. Bir yaman imece kurulur ki o gün Edirne'yle Erzurum ilk kez el ele verir; horon, halay, bar, zeybek yeni Türkiye'nin ortak harman yerinde oynanır; o gün türkülerin her türlüsü hep birlikte alaturkaya düşmeden söylenir. Ruhi Su koro başı olmuş gibi. Müziğe durur yer gök…
17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü bilinen üzere. Günümüzde ayaklar altında çiğnenen bir eğitim sistemi olunca insan ister istemez idealde kalanı saygıyla anmadan, hakkını anımsamadan geçemiyor. İçinde yaşadığımız sürecin eğitim anlayışı ve eğitim politikası ne kadar berbat ve iç karartıcı ise Köy Enstitüleri’ni oluşturma anlayışı da o denli iç açıcı bir içeriğe sahipti.
Morca dağlı, başıboş ırmaklı, gökçe topraklı ülke emeğe yanıktı…
Atatürk, insanımızın ve ülkemizin derdini derinden duyuyor, ağrılarına son verecek çareler düşünmekteydi. Düşünürdü ki: “Bu gazap bizde kara güçten, çıkar azgınlığındandır. Savaş olsun bunlara karşı. Kafası ışımamış tek kişi kalmasın. Kara gücün beli kırılsın ve gökçe toprak ve ala buğday ve halk kurtulsun.”
17 Nisan’dan itibaren, köyün nasırlı eli, sımsıcak türküleri, içleri kımıldatan oyunları, nakışları, sazı sözü yollara döküldü. Savaşa katılmak üzere dört bir yanda toplandı: “Baktılar taş üstünde taş yok, baktılar bir yozluk, bir bırakılmışlık, bir acılık...”
Ve dediler ne güne dururuz: “Ve Kızılçullu’da ve Çifteler’de ve Kepirtepe’de ve Arifiye’de ve Aksu’da ve Akpınar’da ve Akçadağ’da ve Beşikdüzü’nde ve Cılavuz’da ve Düziçi’nde ve Dicle’de ve Ernis’te ve Gönen’de ve Gölköy’de ve Hasanoğlan’da ve İvriz’de ve Ortaklar’da ve Pazarören’de ve Pulur’da ve Savaştepe’de ve Pamukpınar’da cümlesi ellerine “tu” dedi: “Yaman vuruldu kazmalar yere, karanlığın kökü oynadı…”
Birinden öbürüne yardım ekipleri koştu ve öğrencilerin ve usta öğreticilerin ve öğretmenlerin ve müdürlerin geceyi gündüze geçiren çabalarıyla yirmi bir Köy Enstitüsü kuruldu. Yirmi bir mutluluk ve esenlik tezgâhı. Yaz demez, kış demez, sıcak demez… Soğuk demez uğul uğul işlerdi bu yirmi bir kovan... Her biri kendi kesimine de yayardı uğultusunu. Toprak uyanmağa halk gönenmeğe başlamıştı. Kendi şafağı içindeydi insan...
Kökü oynamıştı karanlığın...
Boş durmazdı ağzı karalar: “Oğulu ataya koğlar, bir nice kara çalardı görklü islere...” Karanlık kovuklarda, düşman pusudaydı…
Atatürk'e ve devrimlerine karşı olanlar Enstitülere de karşıydı. Başlayan eğitim kirizmasını çıkarları bakımından zararlı görüyorlardı. Siyasi ve ekonomik güçlerini seferber ederek, tekrar diplomalı tüketiciler yetiştiren, yalnız varlıklıları eğitim nimetlerinden yararlandıran, yöneticilerin hep aynı aşınmış kattan gelmesini sağlayan, geniş halk yığınları içindeki yeteneklerin ortaya çıkıp gelişmesine imkân vermediği için gittikçe ulusu yozlaştıran bugünkü düzene dönüldü.
Ne acıdır ki, yıllarca ve yıllarca halktan oy alınan bir demokraside, milyonlarca köylünün oyu ile beslenen bir halk yönetiminde, cumhuriyetin en halkçı eğitim kurumları, ulusal bir eğitim denemesinin başarılı odakları, Köy Enstitüleri yerden yere vuruldu. Adları, harcına Türk halkının ve binlerce sevgili köy çocuğunun alın teri, emeği, umudu karışmış o güzelim yapıların şerefli alınlarından kazındı. Sanki, ulusal bir suç işlenmiş gibi Köy Enstitüleri unutturulmak istendi. Ulusun yarattığı bir kurum, o ulusun gözleri önünde suçlandı, taşa tutuldu. Ne garip bir çelişki, ne acı bir ters talihtir bu.
Yazıktır ki, Köy Enstitülerini halk adına aydınlar kurdu, halk adına yine aydınlar yıktı. Halk Köy Enstitülerini istiyordu da aydınlar onun için kurdu demek gerçeğe ne kadar aykırıysa, halk istemiyordu da aydınlar onun için yıktı demek de o kadar aykırıdır. Ama kuranlar mı gerçekten halktan yanaydılar, yıkanlar mı? Bu sorunun karşılığını vermek bize ama; Bakılsın bakalım, kuranlar mı yıkanlar mı daha çok özel çıkar peşindeydiler, kuranların kişisel kazancı ne oldu, yıkanların ki ne? İşte o zaman anlaşılacaktır doğrusu eğrisi…
Kapatılan Köy Enstitüleri değil, halk çoğunluğunun bilgisizliğe itilmesiydi...
O günlerin ardından eğitim sistemimizin geldiği durum ortadadır. Tamamı ile ezberci bir eğitim sistemi. Laiklik kavramına uzak bir eğitim sistemi. Atatürk ve devrimlerinin unutturulmaya çalışıldığı bir eğitim sistemi. Zorunlu olarak ve ücretsizce devlet tarafından verilmesi gereken ancak özelleştirmeye çalışılan bir eğitim sistemi. Özel okul sayısındaki artış bunun en güzel kanıtıdır. Eğitim alanında geri kalmış on ulusun sonuncularındanız bugün.
Durum böyle iken şimdi soruyorum: Köy Enstitüleri’nin bin hatası olsa da (ki yok), bugünün ‘vizyon’una değişmez misiniz?
|