Neşeli şarkılar söylüyordu kuşlar o sabah penceremin önünde. Güzel, güneşli bir güne uyanmıştık. O gün güzel geçecek umuduyla kalktım yataktan, her sabah olduğu gibi elimi yüzümü yıkadım ve anne-babamın odasına gittim. Sarıldım, öptüm ikisini de ‘Günaydın’ dedim. Babam bir başka bakıyordu o sabah, aldırmadım. ‘Günaydın can kızım’ dedi. Sarıldım, öptüm yeniden. Sonra mutfağa yöneldim. Daha adımımı mutfağa atmamıştım ki, annem ‘Babanız öldü…’ diye bir feryat kopardı. İnanmadık, koştuk. Başını annemin dizlerine koymuş ve vermişti son nefesini. Odaya girerken bir kuşun odadan uçarak havalandığını gördüm. Hayal dedi herkes, ama gördüm. Sustum…
O uçan kuşla birlikte giden hayallerimdi, düşlerimdi. Eksilmişti düşlerim. Artık karşılaşabilme ihtimalim yoktu babamla, ona sarılabilme ihtimalim yoktu. Onunla birlikte yapabileceklerim, planlarım, hepsi hepsi yok olmuştu. Kime sarılacaktım okulu bitirdiğimde, göreve başladığımda kime, bir gün gelin olduğumda kim beni alnımdan öpüp, elimi eşimin eline kim verecekti? Düşlerimden bırakmıştı babam ellerini. Kendine ait parçaları koparmış ve gitmişti sessizce. Nefes alamadığımı hissettim. Sustum...
Önce bir çift ayakkabısını kondu sokak kapısının önüne. Babama ait, babamla biten yaşamları dışarı çıkardıkları ilk eşyaydı. Demek ki yaşam tükenince her şeyiyle birlikte tükeniyordu. Sadece nefesiyle, artık atmayan kalbiyle, boşluğu dolduran, insanın içini ısıtan sesiyle değil, yaşamına ortak olan, bir zamanlar onu sarıp sarmalayan eşyalarıyla birlikte ölüyordu insan. Babamın ölümü gibi… Babamın güvercinleri gibi…
Büyük evimizin büyük bir çatısı ve çatıda bir çardağımız vardı. Güvercin beslerdi babam. Önce bir çiftti güvercinler. Sonra sevgisi çoğalttı onları ve üç yüzü buldu sayıları. Sevgisini gören geliyor ve gitmiyordu bir daha. Cenaze evden çıkıp yola revan olduğunda çatıya dizilip saygı duruşu ile izlediler, selamladılar babamın cenazesini. Bir kısmı eşlik etti cenazeye. Defin işleminden sonra kırk gün ayrılmadılar mezarının başından. Ama evdeki güvercinler yedi gün sonra yoktu artık. Dayanamadılar yokluğuna… Sustum…
Zaman yavaş yavaş sildi izlerini yaşadığımız mekândan. Hiç istemedim. Hiç olmayacak sandım, ama oldu. Tutamadım yaşamın akıp giden olağanlığını. Yüzünü hiç silmediği havlular, hiç ayaklarına girmeyen terlikler, başının izini taşımayacak yastıklar bir bir eskilerinin yerini aldı. Yıllarca çalışıp, didinip, kendi elleriyle yaptığı ev ve o evin kapısında yazılı adı kaldı geriye; ‘Adıyla kalır insan, göçüp gittiğinde…’ sözünü doğrularcasına… Sustum…
On yedi yaşındaydım öldüğünde babam. Yaza veda ederken veda etmiştik ona. Yaza ait bütün izleri de beraberinde götürmüştü. Yakamoz vakitlerinde suya değmez oldu ellerim. Doğmadı o günden sonra güneş, göstermedi yüzünü ay. Karardı dünyam. Hayattaki en büyük dayanağım yoktu artık. Dert ortağım yoktu. Fırtınalarda sığındığım limanım yoktu. Sonra hatırladım; ‘ Bak kızım, her zaman dimdik ayakta kalmasını bileceksin. Yıldırmayacak seni hiçbir şey ve seveceksin canlı cansız herkesi, her şeyi. Hatta düşmanların bile nezaketin ile ezilmeliler. Unutma…’ dediğini. Ayağa kalktım ve söz verdim orada babama tüm içtenliğimle. Hâlâ da tutmaya çalışıyorum bu sözümü…
Düşünüyorum; “Bana kattıklarının, verdiklerinin karşılığı var mı?” diye. Yok…. Bulamıyorum… Hiçbir karşılığı yok. Örneğin; dünyanın bütün çiçeklerini tek tek ellerimle toplayıp yollarına serseydim, bana olan sevginin karşılığını verebilir miydim? Ya da kesinlikle değer bile ölçülemeyecek kadar kıymetli, Kaşıkçı elmasından da büyük bir elmas, yakut, pırlanta ile karşına çıksaydım bu bana verdiğin canın kıymetini karşılayabilir miydi? Asla… Senin verdiklerinin karşılığı yok bu yalan dünyada.
Teşekkür ederim canım babam. Beni sevdiğin, beni özlediğin, beni koruduğun, beni sarıp sarmaladığın, beni var ettiğin, büyütüp bu günlere getirdiğin, her zaman, her zorluğa rağmen, hatta sensizliğe rağmen dimdik hayatta kalmasını öğrettiğin için teşekkür ederim… Senin evladın olmaktan gurur duyuyorum, duyacağım… Nur içinde yat…
Babalar Günün Kutlu Olsun…
Arzu Kök
|