Kasım genelde insana bir ninenin sararan benzini, aklaşan saçlarını, yılların izini taşıyan buruşuk yüzünü; çilenin, vefasızlığın, ihanetin, nankörlüğün derin acısını yansıtan bakışlarını; çatlaklar dolu nasırlı ellerini hatırlatır… Bahçelerde biriken sarı gazeller arasında canlı kalmaya çalışan, mevsimin yeşilliklerini temsil eden incecik dallı çimler, otlar, sümbüller, kasımpatılar ise geleceği, tabiatın doğurganlığını, doğanın ölümsüzlüğünü hatırlatır…
On Kasımlarda ise bu algılama farklı bir boyut kazanır; varlığımızı muhtaç olduğumuz Gazi Paşa’nın bakışları üzerimde gezinir adeta… Bakışlarının ışığında sanki bir şeyler söyler gibidir; bir şeyler hatırlatmak istercesine derin derin bakar durur enginlere…
Seslendiğini duyarım en derinlerden:
-“Hey çocuk, bak bu tarafa! Duydum ki bazıları müstemleke muhtarı edasıyla, en büyük mirasım olarak bildiğim Cumhuriyet okullarında ve resmi dairelerde asılı duran resimlerime kafayı takmış; resimlerimin okullardan, devlet dairelerinden indirilmesini istermiş!... Andımızın kaldırılmasını istemiş ve de kaldırılmış. Okullarımızdaki eğitim laiklik çizgisinden uzaklaştırılmış, dini kisveye bürünmüş!... Hani bunların dışarıdan dayatılmasını; kuyruk acıları vardır, sömürgeleştirmek istedikleri Anadolu’nun bağrında derslerini aldıkları için kinlerini kusuyorlar, anlarım onları… Fakat kurduğum Cumhuriyet okullarından yetişip bir yerlere gelen, hele Prof. ünvanı almış birilerinin benden, benim eserlerimden gocunmalarını anlayamıyorum… Cumhuriyet bunlara hiç mi bir şey öğretmedi?... Söyle bre çocuk söyle, hiç mi öğretmedi?...”
-“Iııı!...”
-“Peki çocuk!... Anlaşılan cevaplayamıyorsun bu sorunun cevabını… Daha kolay sorayım o zaman; Türk Milletiyle beraber kan akıtarak kurtardığım vatan toprakları üzerinde bu kadar hain nasıl oldu da bir araya geldi? Bu kadar mı haini bol bir millet oldunuz? Sonra, kurduğum laik Cumhuriyetin nimetlerini kullanarak, onun kutsal değerlerini ticaret matahı yaparak gizli ajandalarında yazılı amaçlarını gerçekleştirmek isteyen kadroları nasıl olur da işbaşına getirdiniz?... Söyle bakalım çocuk, söyle nasıl?...”
-“Iııı!...”
-“Hey, çocuk!... Savaş meydanlarında, piyonlarını cepheye süren Batı emperyalizmini yendiğimiz günleri hatırla… Yokluk ve sefalet içinde, hastalıklar içinde kıvranarak; yılların savaş yorgunluğu ve bir tek kişiye ram olma, ümmet olma düşüncesinin egemen olduğu bir ortam içinde; hürriyetini, onurunu, iffetini korumuş olan bu necip millet, her türlü olumsuzluğa rağmen Batı emperyalizmi karşısında diz çökmedi. Türk milleti adına, sözde milli irade adına, çirkin politikacı simsarlarının önüne neden geçmiyorsun? Nasıl oluyor da bu milletin, Batının şamar oğlanı olmasına izin veriyorsun? Sana emanet ettiğim Cumhuriyeti böyle mi koruyacaktın?...”
-“Iııı!...”
-“Hey çocuk!... Kırk yıldır kapısında bekletilen AB kuzulkurdasının varlığının yarın devam edeceğinden kim emin olabilir ki? Adam gibi adam, insan gibi insan olduğun zaman başkaları sana gelecektir… Bunu başaramadığın için başkalarının kapısında bekletiliyorsun! İstenmeyen yere neden illa da misafir olmak istiyorsun, söyle bakalım evlat? Senin sahip olduğun kudretin, yapay AB oluşumunda olmadığını ne zaman fark edeceksin ki?...”
“Sana karşı hırçınlığı, seni hakir görmeleri, aşağılamaları, komiserleri tarafından azarlanmalarının sebebi budur, bunu ne zaman anlayacaksın sen çocuk? Ne zaman kendi değerlerine, benliğine, öz varlığına dönüş yapıp, silkeleneceksin ve kendine geleceksin, ne zaman?...”
“Hiç mi kurtuluş mücadelemizi okumadın; hiç mi geçmişine dönüp bakmadın; hiç mi atanı-dedeni, ecdadını tanımadın? Ataların düşmanları, yani dünün düşmanları bugün de farklı şekillerde senin düşmanların; sadece çizmeli değiller, kravatlılar… Mütareke yıllarında, biz cephede savaşırken iç düşmanların varlığını, arkadan hançerlemelerini kimse anlatmadı mı?”
-“ Peki çocuk, Yırtık fotin, yalın ayak, yamalı esbap, çakaralmaz tüfekle savaşarak bu vatanı, Anadolu’yu düşmanın esaretinden kurtaran Mehmetçiğin çektiği sefaletin, açlığın, yokluğun, acının farkına hiç vardın mı?”
-“Sadece vatan ve bayrak diye tutuşan bir ruh, çarpan bir yürek, vatan için şehit olmaya yeminli, senin yarı yaşındaki o taze fidan gençlerin hikâyesini hiç okudun mu, okuttular mı sana?”
-“Hiç bahsettiler mi Çanakkale’de şehit olan 250 bin gencin hikâyesini?”
-“Kınalı kuzuların hikâyesini anlattılar mı sana; sizleri, onların eseri olarak tanımladığım öğretmenlerin anlattı mı?”
-“…???!!!...”
-“Tabii ki okutmadılar… Anlattırmadılar… İşlerine gelmez, onları bilmen…”
-“Bilirsen uyanırsın, vatan toprağına sahip çıkarsın…”
-“Uyutulman gerek… “
-“Dünyanın nefsanî zevklerini öne çıkarıp, bir vurdumduymazlık içine sokulduğun için bunlardan haberin olmuyor… “
-“Yurdunun her noktası farklı amaçlar için adeta işgal edilmiş; ister yerli uşaklar, ister yabancı ortaklar aracıyla olsun…”
-“Anadolu’nun yeniden kurtuluşu gerek, çocuk… Farkında mısın?...”
-“Sana niye emanet ettim ben bu ülkeyi?...”
-“Uyuyasın diye mi?...”
-“Har vurup harman savurasın diye mi?...”
-“Uyan, çocuk uyan!... Yarın çok geç olabilir…”
-“…???!!!!....”
Hele ki 10 Kasımlarda hep bunlar gelir kulağıma. Utanırım. “Affet beni Gazi Paşam, affet…” diye haykırasım gelir…
İçinde olduğumuz ve birilerinin refah ufkuna doğru yol aldığını sandığı geminin çok hızla su almakta olduğunu, yakında bir karaya ya da sivri kayalara bindirme tehlikesinin varlığını görebiliyor muyuz?…
Bu toplumun uyuyakalmasını söyleyerek onu uyutmaya çalışanlar yazık ki, gizli ajandalarını gerçekleştirme yolunda hayli mesafe aldılar…
Umuyorum ki uykuda olanlar bir an önce uyanır ve üzerindeki rehaveti atar ve silkelenip kendine gelir…
Ülkenin kaderine el koyar, vatan topraklarına sahip çıkar…
Umalım ve bekleyelim...
Bakalım bu 10 Kasım’da Gazi Paşanın uyarıları sonuç verecek mi?...
Arzu KÖK
|