Dünya Doğal Kaynaklar Enstitüsünün Birleşmiş Milletler (BM) dahil 40'tan fazla kurumla birlikte hazırladığı "Küresel Orman Takip ve Uyarı Sistemi"ne göre 2001-2017 arasında Türkiye'nin 425 bin hektar ağaç örtüsünü kaybettiğini belirtti. Bu ise yüzölçümü en büyük illerimizden biri olan Erzurum kadar bir bölge demektir. En çok orman kaybının yaşandığı bölgeler ise, İstanbul, Antalya olarak göze çarpmakta.
Yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çölleşme ve Erozyonla Mücadele (ÇEM) Genel Müdürlüğü ile TÜBİTAK-BİLGEM tarafından yapılan Türkiye’de çölleşme modeli teknik raporu, ülke topraklarındaki çölleşme riskinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Rapora göre Türkiye arazilerinin yüzde 80’ine yakın bir kısmı orta ve yüksek çölleşme riski altında bulunuyor.
Yukarıda verdiğim iki rapor da aslında durumu özetler nitelikte. Çölleşmeye doğru gidiyoruz ama ağaç kesmekten, orman yakmaktan da geri durmuyoruz.
Türkiye topraklarının yüzde 48’i çölleşme riski altında. Son 40 yılda sulak alanlarımızın yarısını yitirdik. Akarsuları, gölleri kurutmakla kalmıyoruz, kirletiyoruz da. Çevre Mühendisleri Odası’nın son raporunda şöyle diyor: “Türkiye’nin tatlı su kaynaklarının yüzde 76’sı kirli. Menderes, Kızılırmak, Sakarya, Gediz, Ergene kanalizasyona dönüşmüş durumda.”
Cumhuriyetin ilk yıllarında 44 milyon hektarla ülke yüzölçümünün yüzde 56’sını oluşturan mera ve çayır alanları, 14.6 milyon hektara inerek yüzde 19’a gerilemiş. 26 yılda 4.1 milyon hektar tarım arazisini kaybettik. Var olan tarım arazilerin yüzde 59’u erozyon tehdidi altında. Oysa ne diyor TEMA: “Toprağı korumak, yaşamı korumaktır.”
80’li yıllardı. Çöl çekirgeleri Afrika’yı kavuruyordu. Bu haber üzerine “Biz de bu çekirgeler gibiyiz” demişti çevreci dostum; “Öylesine tüketiyoruz ki doğayı, geriye bir çöl bırakıyoruz.”
Oysa, “Yeryüzü bize atalarımızdan miras kalmamıştı, onu çocuklarımızdan ödünç almıştık.” Öyle diyordu Kızılderili atasözü. Şimdi soruyorum: Çocuklarımıza bırakacağımız miras bu mu? Çölleşmiş bir Türkiye mi?
Son günlerde sosyal medyada “Ağaç Dikme Bayramı İlan Edilsin” diye bir kampanya başladı. Çevreci dostlar orman katliamlarına dikkat çekip, ağaç dikerek karşı durma telaşına düşmüşler. Çok güzel bir talep. Ancak bunun için bayrama ihtiyaç var mı? Bu insanlar yaşadıkları ilde her ay bir araya gelip o ilin bir bölgesini ağaçlandırsa daha güzel olmaz mı? Zira herkes biliyor ki bu ülkede Orman Haftası’nda daha çok ağaç katlediliyor. Bu nedenledir ki bir bayram ilan edilmesini beklemektense sosyal medyada toparlanıp ayda bir yaşadıkları ilin bir bölgesini ağaçlandırmak daha doğru olmaz mı?
Birilerinden bir şey isteme devri bitti diye düşünüyorum. Onun yerine harekete geçmeli. Mesela Ankara’da ODTÜ’de kesilen her ağacın yerine yenisini dikmekle, İstanbul’un yok edilen ormanlarını yenileme çalışmalarına veya yanan ormanlarımızın arazilerine ağaç dikmekle başlanabilir, ne dersiniz?
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her şey Yaradılıştan beri değişmez bir düzene, esas ve kurallara bağlanmıştır. Fakat ne yazık ki okumuşu da halkı da o düzeni, esasları, kuralları merak etmiyor, öğrenmiyor. İşin kolayını bulmuş: Her şeyi Allah’a bırakıyor. Ya dua ediyor, ya beddua…
Aslında insan başına gelecekleri belirleyendir. Eğer öyle olmasaydı, Yaradan, kafatasının içine şekilsiz, biçimsiz bir top et koyardı beyin yerine. Ne kol ne bacak verirdi. Ancak insanımız, merak etmiyor, okumuyor, öğrenmiyor, iş yapmıyor… Sadece söz üretip, bir iş yapmıyor ama kendini dünyanın en mükemmel yaratığı görüyor. Sonra da ortalıkta, “Ben Müslümanım", hele ki "Ben Atatürkçüyüm” diye dolaşıyor.
İşte tüm bu nedenlerden ödülü kesilen her ağacın, yanan her ormanın sorumlusu da bizleriz. O nedenle artık aklımızı başımıza almak ve bir şeyler yapmalıyız. Yukarıda da dediğim gibi kimseden beklemeden. Kendi çabamızla, bir araya gelerek… Yani bizler için aslında her gün “Ağaç Dikme Bayramı” olmalı…
Arzu KÖK
|