Geçmişten bugüne gelen, filmlere ve masallara konu olmuş yüzlerce kayıp şehir hikayeleri vardır. Bu şehirlerin içinde kaybolan, Yüz binlerce insan, hikayelerini getirmiştir beraberinde. İnsan ile doğa arasında ki, denge ise her zaman insanın istediği ölçüde gitmemiştir.Tabiat ana, dahi bazen insanın, aç gözlülüğüne, doyumsuzluğuna ve hırsına dayanamamış tekmeyi indirmiştir.Doğrumu dur değil midir bilinmez ama bir Atlantis, efsanesi vardır uzak zamanlardan günümüze gelen.
Platon'un, Timaeus, ve Cıritias kitaplarında geçen batık bir kıta ve uygarlık. Efsaneye göre; Atlantik, Okyanus'un tam ortasında büyük bir ada. Dört bir tarafı sular ile kaplı. Atlantis insanları, zeki, kültüre, bilime, sanata oldukça düşkün ve kibar insanlarmış.Yönetim şekli ise sosyalist eğilimli bir monarşiymiş. Uygarlaşma anlamında çok kısa zamanda ise çok uzun yol katetmişler. Ama gel gör ki, 'ego' tıpkı günümüz insanını nasıl yoldan çıkartmış ise onlara da aynını yapmış. O' güzelim mavi denizi hallaç pamuğuna çevirmişler.
Nedeni ise ışıltılı kristal taşlar, bulmak suyun derinlerinde. Bunlar öyle güzelmiş ki, kısa zamanda karanlık tapınakları ısıl, ışıl edecekmiş. Atlantis'in doğal kaynakları, sanki sınırsızmış. Kıymetli madenler çıkarılıyor, kokulu bitkilerden kokulu özler damıtılıyormuş. Köprü ve kanal ağı, ülkenin çeşitli bölgelerini birleştiriyor. Kıtanın altında bulunan taş ocaklarından çıkarılan beyaz, siyah ve kırmızı taşlar, evlerin ve sair yapıların yapımında kullanılıyormuş.Duvarları dahi altın kaplama olan bu şehrin, görkemli ışıltısına rağmen, yer altında kara, kara sular birikiyor, kazı yapılan her çukur, toplu ölümlere mezar açıyormuş sessizce. Krallık, lüks ve ışıltılı saraylarında keyif çatarken, doğanın onlara hazırladığı o' büyük oyundan habersiz yaşayıp gidiyorlarmış.
Yine o dönemin üstünleri, bu kristalleri, yer altından kazmak için köleler bulacak, olmadık zulümler ve acılar yaşatacaklarmış onlara. Nitekim bunların hepsi de olmuş.Kristalin ışıltıları arasında yaşayanlar, suyun derinliklerinde can veren kölelerin, duygu ve dünyalarını hiç anlamamışlar. Kölelerin cesetleri dahi bulunamazken, mavi Okyanus'un çamur dünyasında, üstünler, için bu durum çokta önemli değilmiş. Köleliğin fıtratında varmış ölmek. Bulunsa da hoşmuş bulunmasa da. Öyle ya, küçücük bir kristal parçasına onlarca köle alına bilirmiş.
Dedik ya insanın kabul ettiği haksızlığı doğa kabul etmez diye, öylede olmuş. Bir gecede canım uygarlık, tıpkı kristal için suyun derinliklerinde ölen köleler, gibi, aynı suların içine çökmüş.
Çok uzaklardan gelen bu efsane, günümüzün gerçeklerine ne kadarda benziyor değil mi?.Daha dün Karaman'da öldüğü dahi kanıtlanamayan maden işçilerinin hikayesi ile ne kadarda benzeşiyor.Anlatılan efsane, M.Ö 7.yüzyıla aitken, 21. Yüzyılın ortasında hikayelerin, konularının aynı olması, sadece tarihlerin farklı olması ne kadarda acı verici bence, sizce değil mi?.Bu örnekten yola çıkarak yaşadığın ülkenin geçici yollarına, saraylarına, ışıltılarına bakmayacaksın kardeşim.Bir ülkeyi çökertmenin en kolay yolu, önce doğasını yerle bir etmek. Ağaçlarını kökünden sökmek, yer altı madenlerini lüks köşkler, saraylar kurmak adına delik deşik etmek.Sonrasın da yine o ülkenin, işçilerini köleleştirip bir meçhul de yok etmek.Cesetlerinin dahi bulunamaması aslında o ülkenin çoktan kayıp bir ülke olduğunu göstermektedir.Bir ülkenin, ekonomisini yada genel durumunu en iyi anlatan o ülkenin ölüm nedenleridir.Son yıllarda ölümler öyle garipleşti ki, hani yatağında eceliyle ölen insan bulmak nerede ise mucize olacak duruma geldi. Köleler, borçlu ve kanıtsız ölürler, kayıp ülkelerde..