Ellerin, ellerime değince fark ettim, beni azar azar terk ettiğini, yüreğinde tükettiğini ve yüreğimden tek kalemde geçtiğini yalnızlığım…
Uzun bir yolculuğun sonunda “o” yerde ki suretimize, “o” söğüdün gövdesinde ki isimlerimizin baş harflerine daldım öylece ve kaldım sessizce, “o” kimsemize, kimsemiz bile olmayan sevgimize baktım, daldım, durdum ve şaştım birbirimize verdiğimiz ama tutmadığın sözlerimize yalnızlığım…
Bu kadar görkemli miydi eskiden de yalnızlık? Ve insanı bu kadar çaresiz bırakır mıydı gurbet köşelerinde? Sözün bittiği yerde başlayan, nice karanlık gecelerde ağladım ben sana yalnızlığım ve nice saymadığım şafaklarda simsiyahtı avuçlarım, parmaklarım, dudaklarım… Kendimi yemekten ve kendimi affetmemekten hiç vazgeçmedim, vazgeçmedim son bir kez daha “keşke” demekten, merhemsiz, şifasız yalnızlığım…
Üşümüşlüğüm haziranları donduruyor ve bulutsuzluk özlemim ha babam göğün mavisini ağlatıyor. Öyle ki, ben benden geçiyorum da, geçmiyor sevdan benden, geçiyor baştan aşağı, iliklerimden vuruyor göğün gözyaşları sonra sırılsıklam kalıyorum tepeden tırnağa yalnızlığım…
Sersemletici yazlar ve kışlar bitip giderken, hala anlamış değilim öyküme nasıl girdin? Bende ben olmuşken nasıl gittin? Sen bu kadar el miydin? Yoksa ben çok mu kördüm yalnızlığım?
“Aldırma!” Derken, ne gönlüme, ne yüreğime söz geçirebiliyorum. Kendini nereye kadar aldatabilir ki insan? Ve kendine nereye kadar yalan çıkışlar üretebilir ki yalnızlığım?
Kimse intikamla, kanla, acıyla dolu bir yürek ile yaşasın istemezdim. Ben böyle olsun hiç istemezdim… İnsanlar yarınlara yalan çatılar kursunlar ve bu hayallerin gölgesindeki masallarda yaşasınlar çareleri, hiç mi, hiç üretmezdim soysuz yalnızlığım…
|