İnsan kendi ezberlerini yıkar mı? “Git!” Derken bin kere yüreğini yakar mı? “Kal…” Demek “git!” Demekten zora çıkar mı? Ve aşk kendini bu kadar yok sayar mı yalnızlığım?
Varlığı şenlendirirken öldürebilen, yeniden yeniden güldürebilen, her akşam, her sabah doğdurabilen, tanrıdan yüreklerimize nakşedilen, kulun kula sevdası an gelip yok edebilen, “o” sayısız güzellik ve çirkinlik sonra nice dinginlik veren, hayata küstürebilen, bazen yaşama tutunabilen, bazen çekip giden duygu… İçimizi kül eden, yakıp geçen aşk, niçin bu kadar el eden, yok gören hem karanlık, hem güneştir ki yalnızlığım?
Sayfalar dolusu yalnızlığım, seni içimden söküp atamıyorum, gözlerinin içlerine de bakamıyorum. Ne kadar yazsam ve ne kadar söylensem, seni kaybetme duygusunu yüreğimden alamıyorum yalnızlığım…
Beyaz olsun isterdim rengimiz ya da masmavi, mavinin her rengi… Her gördüğümde kalbimin dengi, ömrünün tek rengi olmak isterdim yalnızlığım…
Öyle yaşamalara tanık oldum ki buna soluk almak bile denmez. Yine de ölümden beter bu duyguya tutunan, yazgısına razı olan, ölüp ölüp var olan, kendine, ömrüne ve her şeyine küskün öyle insanlara rastladım ki, hayata yeniden başlamak asla denmez…
Uçurumun kenarındaki yeter denen duyguya sarılan ama yine de kendini atmayan, bunu yaşamak sayan, kötünün içinde iyiyi arayan sonrada bulduğuna sarılan, yaşamak saydığı, yaşamalar, yalnızlığım…
Öncesi ve sonrası yani başı birde sonu olan yalnızlıklar tanıdım. Her defasında hikâyeler nedense bir diğerinin tekrarı ya da devamı gibiydiler.
İçimdekiler dökülüp giderken ve ben her tekrarımda yüreğimin astarını sökerken, birde “çekil git!” Derken, kendimle çelişiyordum, çünkü milyon defa “kal” demek istiyordum yalnızlığım…
Ve insan aşk tabularına hüküm giydi… Söylemek istediklerine değil de, yüreğinin aksını yüzündeki o maskeye çevirdi ve insan gördüklerinden, kendini inkâr ettiklerinden yana yürüdü yalnızlığım…
|