Yönüm şaşmış, pusulamı kaybetmişim, miğferimden kan sızıyor gözlerimin içine içine. Ey! Vefasız sevdiğim, mataramda sakladığım damlam, kasaturamdaki yazgım, ey! Kalbi palaskamla mühürlü güzel; gidiyor musun sahiden?
Nazlı gelinim, sen gittikten sonrada sevdim seni ben…
Seni ben dağlar ardında nöbette, Aktütün’de, Üzümlü’de ve Beşağaç, Uzundere’de pusulara düşerken de, Çukurca’da, Şemdinli’de, Derecik’de sınır boylarında mayınlara basarken de, Dağlıca’da, Esendere’de namussuz kurşunlarda vurulurken de ve ağır kan kayıplarında şahadet şerbetini içerken de, ölürken de sevdim…
Vicdanın harbinde, barut kokusunda, namluda, mermide ve kan içinde kalmışım sevdiğim…
Dalgalanan ay yıldızlı bayrağımda esas duruşumu hiç bozmadım ve nice hain pusuda çay karası gözlerini hiç ama hiç unutmadım… Sen Çamlıca’da, Tarabya’da, Beykoz’da gezerken de, Layla’da, Etiler’de, Taksim’de, Beyoğlu’nda tozarken de, eğlenirken de ama ben vurulurken de sevdim seni…
Sen benden gittikten sonrada sevdim seni ben…
Öyle ki, ruhum karışmışken göğün beyazına, mavisine ve ben, benden beni terk etmişken sonra kara toprağın bağrına upuzun uzanmışken, çaresizliğin, hal bilmez kahpe karanlığın içinde kalmışken de sevmekten seni vazgeçmedim ben…
“Nazlı gelinim, Ezo’m, ne tez unuttun sen beni…”
Davullarla, zurnalarla, türkülerle uğurlamıştın oysaki… Sürmeli gözlerinden sel gibi yaşlar akıyordu. Bu gidiş içimi acıtıyordu acıtmasına ama bir gün diyordum, bir gün nasılsa dönerim Ezo’ma. Maalesef olmadı be gülüm olmadı… Adresi kalbimin tam üstü olan ama adres sormayan kalleş bir kurşunla gözlerimi aldım senden… Habersizdin o vakit, belki de buluşmamıza kalan son yirmidört saatin şafağında, kavuşmamıza can çekiyordun. Kim bilir? Çarşıdan aldığın yeni elbiseyi bir kez daha deniyordun ve kim bilir? İçli bir şiir yazıyordun, bir daha hiç ayrılmayacağımız anlara… Olmadı be iki gözüm olmadı. Sevdamız karlı dağların ardından kurtulmadı. Kara yağızın sana kavuşamadı, kavuşsa da buluşamadı işte…
Şimdi bütün bunları neden yazdığımı merak edersin, şimdi neden bu kadar kem söz söylediğime yanarsın ve şimdi gözlerin yerinden çıkarcasına ağlarsın. Ağlama be iki gözüm ağlama. Mehmet’in yavuklusuna hiç yakışır mı gözyaşı dökmek? Kavlimiz her ne kadar benim gözlerimi yumduğum yerde sözcük anlamını yitirse de, Mehmet’in soğuk bir tabutun yüzünde, kara toprağın bağrına sarılsa da ağlama. Müsterih ol sen, çünkü ben gözleri yumuk, gözleri ardında kalan değilim. Bilirim ki Ezo’m hiç yıkamaz kınalı avuçlarını ve bilirim ki Ezo’mun o bin kez öpülesi avuç içlerinde, milyonkez doğarım yine ben… Toprak kokan, sevgi fışkıran parmaklarında yıkarım kanımı, yıkarım dağları soysuzların başlarına sonra ölmüşsem de severim, bir daha görmesem de göğün mavisini ve gecenin en tenhasına asılan kandilleri, yine gelirim, bir daha gelirim, döne döne gelirim Ezo’m, döne döne…
Benim sözüm kavlin kadrini kıymetini bilmeyenlere, aşktan değil, sevgiden değil, paradan, şandan, şöhretten meczup düşüne, aklını yitirenedir. Yoksa niyedir dağ gibi bir Mehmet’i bağrına basan asil memleketimin, asil gelinlerine ver yansın edeyim. Benim sözüm, anasını, babasını, toprağını, sevdasını ve dahası can özünü üç kuruşa değişenedir. Benim sözüm, bu vatanın bağrında haksız yere yirmibir yaşında kahpe kurşunlara gelmiş, aslanlar gibi vuruşmuş ama kahpece vurulmuş sonrada vicdansız bir gönülde doğamamış, sırtını dönmüş kalleşleredir, bütün unutmuşlarıdır. Güne sırtını dönüp, ayıplarını örttüklerine inananlaradır. Bu vatanın asil çocuklarını unutan bütün kahpe yalanlaradır.
Yoksa iki gözüm, bal sözüm, Ezo’m ben senden razıyam. El çekme yaremden, kem söz düşürme içerimden. Gözlerimden, yüreğimden eksik etme dualarını, dertlerimden yüz çevirme, yaralı sevdamızı koma yarı yolda Ezo’m, koma yarı yolda…
Şimdi gitmeliyim Ezo’m ama bilmelisin ki; ben senden hiç gitmedim, ben benden giderken de sevdim seni Ezo’m, sevdim seni, sevdim seni… |