Metrodayım, bin bir türlü rüyadayım. Arzularımı çalıp gitmen dokuz altı vagonlarında kalbimi ağrıtıyor. Hülyalarım da sendin “Hülya’m da…”
Kırık bir ezginin yalnız kalmış tortusu var dermanı sadece sen olan yüreğimde. Islık çalmak geliyor içimden alabildiğine özgürce sonra kafamı camdan çıkartıp, kör karanlıkların içinde ışıldayan raylara seni haykırmak; “neredesin Hülya?”
Ekmeğimdin, içtiğimdin, bana bana gözlerine ömrümü yediğimdin, sevdiğim, tekteciğimdin. Dahası biriciğim, gitmek için dudaklarına ömrümü verdiğimdin. Bir kere tutabilseydim ellerini, bir kere dokunabilseydim karanfil kokan saçlarına ve son kez görebilseydim gül yüzünü, inan gam değildi Hülyam…
Yaşıyordum her vakit gözlerinde, nefes alıyordum her saniye senli düşüncelerimde. Ömrümü, hayallerimi, canımı ve yüreğimi alıp gitmeseydin neyin eksilirdi? Bir fazla yaşar mı sanırsın sensiz İlhan’ın?
Kurduğun tuzağın adı neydi? Sahi sen hangi bilinmeyenden geliyordun? Galaksinin adı neydi? Gözlerin hangi intikamın sesi, parmakların hangi kanlı bitişin eseriydi? Cellât bakışların kimden miras ve vurdumduymaz hallerin kimlerden gelmekteydi?
Öyküme girdin girmesine ama sevmelerin acı, gülmelerin, güldürmelerin ölümün yancısı, sen! Ey! Ay tanrıçası; ne yaptım ki öyküne? Ne söyledim ki geçmişine? Geldiğin yere, gideceğin ülkeye ve sana ne ettim, ne söyledim ki? Vurdun yüzbin kere…
Hülya’mdın… Bütün emellerimi, arzularımı, selvilerimi budadığım, sende takılı kaldığımdın. Ne bir seraptı gözlerin, ne de gökyüzünde turna ellerin. Öyle yakındın ki yüreğime yüreğinle, ilhamdın her halinle İlhan’ına göremediğin gözlerimde…
Karanlıklar bir diner, bin yağar bu şehirde. Göğün göğsü yarılır oniki ay her gece. Rüyalarıma girersin, bir susar, bin ağlarım sen gidince. Ne kalbimden, ne beynimden, ne de ruhumdan atabilirim seni, ancak ölünce…
Kalbimi terki diyar ettiğinde, sönünce ocağım, külüm karışınca toza toprağa “o” zaman anladın, “sensizliğin ölüm olduğunu” benden gidince…
Kalbinden sürgünü teyit edince, gözlerinden haram düşünce, tamda inanmışken her şeyine, donup kalmak, ağlamak, darma duman olmak varmış; hain hançerini döşüme yiyince…
Bağlamaya düşer ayrılığın tezenesi, telin canına yeter ayrılık ölesiye sevince. Sözcüklerim eğilip bükülünce, gözlerin gülünce, sen kalbimde tek hece bende bitince; karanlıklar bir diner, bin yağar gözlerimde…
Gülünce ellerime, gelince yüreğime, hele birde sarılıp öpünce, göğün göğsü yarılır oniki ay gün gece…
Sevmek adam işi, gönül işi, kadın işi, sevmek “insan” olanın işidir. Dişisi, erkeği, derdi, kederi, sevince tükenir yüreğin her elemi…
Kırılıp dökülünce dalından, sökülüp gidince bağrından rüyalarıma girersin, bir susar, bin ağlarım, gözlerinden akar, yüreğimden coşar, bendimi çiğner adamlığımı aşarım…
Şarabın arkadaşlığı yalandır, gümüşün parlaması kocaman bir yanılsamadır, altının kavuran ışığı aldanmadır, kanamadır sözlerin, kocaman bir yalandır senin kor sevmelerin ama ben kalbimden, beynimden ama ben içimden atamam seni, ancak ölünce…
Şimdi mavi bir ezgi yankılanır metronun raylarında, kalabalık vagonlarında. İlhan’dan başka kimse duymaz, benden başka kimse sana yanmaz, hele de böyle sabah akşam ağlamaz Hülya’m…
Yalnızlıklarım bir azalır, bin çoğalır sensiz bu şehirde. Kalbimin hasret duvarları yıkılır, ölürüm sen gidince…
“Bir doktorun gönül penceresinden zamanlı zamansız duygu esnemeleri…”
|