Şimdilerde bayram-tatil anlayışı birbiriyle harman olduğundan bayram olunca İstanbul boşalıveriyor. Şehrin bu haline bayılıyorum. Enerjisi yükseliyor. Dinginleşiyor.
‘’İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı/ Önce hafiften bir rüzgâr esiyor/ Yavaş yavaş sallanıyor/ Yapraklar ağaçlarda./ Uzaklarda, çok uzaklarda/ Sucuların hiç durmayan çıngırakları /İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.’’ Diyor ya Orhan Veli Kanık.
Düşüyorum yollara. Dilimde Orhan Veli; kulağımda Sezen Aksu.
Uzanıp Kanlıca'nın orta yerinde bir taşa/ Gözümün yaşını yüzdürürüm hisara doğru/Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti/ Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti.
Kanlıca denince ilk akla gelen hala yoğurdu ama nerede o eski yoğurtlar? İsmail Ağa kahvesinde hemen kıyıda bir yere oturuyorum. Sade kahve yanında bayram çikolatasıyla servis gözüme pek bir güzel geliyor. Yıllanmış çınar ağacının yaprakları hafiften esen rüzgarla şarkı söylemeye devam ediyor. Ulu çınarın içi boşalmış. Her şeyin içi boşaldı ya ‘’modaya uymuş’’ diyorum ama içim acıyor.
Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık/ Zulada birkaç şişe yakut yer-gök kırmızı/Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp/ Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı.
Gözlerimi kapıyor, denizin kokusunu içime çekiyorum. Mutluluk depolarıma aktarıyorum. Arkamdaki masada oturan gurup Mihrabat Korusu’na gitmeye karar vererek kalkıyorlar. Uzun seneler oldu koruya gitmeyeli. Kanlıca sırtlarında bulunan Mihrabat Korusu çam ağaçlarıyla bezeli, temiz havasıyla çay servisi yapılan bir mesire yeriydi. Kim bilir ne kadar değişmiştir. Mısır’lı Abbas Halim Paşa’nın kızı Rukiye Hanıma yüz görümlüğü olarak hediye edilen koru yüzyıllar boyu, mehtaplı gecelerde, ihtişamlı, sazlı sözlü davetlerde mükemmel boğaz manzarasıyla padişahları, sultanları ağırlamış. Birden aklıma düşüverdi. Babam gözlerden uzak saatler geçirmek için Yahya Kemal’in Mihrabat Korusu’na sıkca gittiğini söylerdi.
‘’Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!/ Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer/ Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! / Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. ‘’ Mihrabat Korusu, Yahya Kemal’in İstanbul’a baktığı tepe olabilir mi?
Bizans döneminde, Kanlıca’ya martı anlamına gelen Glaros denirmiş. Şimdiki adının Anadolu’dan buraya kağnılarla gelen Türk kabilesinin Kanglı isminden türediği söylenir. Önce Kağnılıca denmiş. Kanlı'nın, buradaki kırmızı yalılardan, bölgenin ineklerinden elde edilen pembemsi sütten ya da bir zamanlar iskelenin üst kısmında görülebilen kırmızı kayalardan geldiği söyleniyor.
Bir diğer rivayet Osmanlı Padişahı İstanbul’un havası en temiz semtinin bulunmasını istemiş. Vezirlerden biri her semte direkler çaktırıp, kanlı etler astırmış. Burada asılı et havanın temizliğinden geç bozulunca, semtin adı ‘’Kanlıca’’kalmış. Çeşmeleriyle, sahiplerinin adıyla anılan yalılarıyla, mesire yerleri, temiz havasıyla, 17. Yy dan beri meşhur yoğurduyla Kanlıca eski Kanlıca değil ama bugün hala Beykoz’un en nadide semtlerinden biri.
Süheyl Açıkel, 1957’lerde İskele Meydanı ve Yoğurtçu Şevket’e ait (Sipahioğlu) dükkanın semtin en canlı yeri olduğu söylüyor. Anılarında, akşam üzeri buluşmalarında Kanlıca sırtlarındaki mandıralardan gelen sütten elde edilen pudra şekerli dondurma ve kahve eşliğinde yapılan sohbetlerin doyumsuzluğundan bahsediyor. ‘’Şirketi Hayriye’nin yandan pervaneli buharlı gemileri Kanlıcalıları sabah şehre, akşam evlerine taşır. Yazın körfezden sandalla denize girmek için açılan gençler, bazen gemiye güverteden denize atlamak için binerler. Geceleriyse Şefik Bey’in bahçe sinemasında buluşulur. Ramazan aylarında Mimar Sinan’ın eseri İskender Paşa Camii müezzini akşam ezanını minareden çıplak sesiyle okur; cami dolar, taşardı. ‘’ Diye anlatıyor.
Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,/ Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan./Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada/Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
Kuş cıvıltıları, dalgaların kıpırtılarıyla dans eden güneş, yanağıma tüy hafifliğinde bir öpücük konduran boğaz esintisi, bir yerlerde annesini arıyan yavru kedinin cılız sesi, martıların şen kahkahaları, nefes almanın dayanılmaz hafifliğine kendini bırakmış ben ve yaşadığım şu an;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı/ Kuşlar geçiyor, derken/ Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık/ Ağlar çekiliyor dalyanlardan/ Bir kadının suya değiyor ayakları/ İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Kalbim derin çırpınışlarda, Ah İstanbul geberiyorum aşkından…
|