Ben hep gökyüzüne baktım. Yürürken, otururken, koşarken bile. Gözlerim hep derin mavilikleri taradı. Her sefer yeniden ilk kez görürcesine baktım.
Kapalı yerlerde pencereye yakın oturdum. En hararetli sohbetlerde bile gözümüm ucuyla gökyüzünün mavisinden çalıp, ruhumu boyadım. Açık alanlarda oturmayı sevmemim bir sebebi de kendimi gökyüzünün parçası hissetmiş olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamaktır.
Bahçede, çimlerin üstünde, sırtüstü yatıyorum. Gökyüzüne bakıyorum. Bakışlarım, derinliklerini görmek istercesine tutkulu... İçim ürperiyor. Mavi sonsuzluğun verdiği özgürlük hissinin peşinden koşan duygularım kendini, sanki ilk kez gökyüzüyle ilişkilendiriyor.
Bu gün Pazar / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar/ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak/ Bu kadar mavi/ Bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ Kımıldanmadan durdum./ Sonra saygıyla toprağa oturdum /Dayadım, sırtımı duvara./ Bu anda ne düşmek dalgalara/ Bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım/ Toprak, güneş ve ben.../ Bahtiyarım.
Nazım Hikmet Ran'ın 1938' de yazmış olduğu bu şiiri çok severim.
Sakura ağacının altına uzanmışım. Sakura , Japonya'nın kiraz çiçeği ağacıdır ama meyve vermez. Yüz farklı cinsi olan bu güzel ağaç, süs ağacıdır. Mevsim dolayısıyla ağacın üzerinde sadece yapraklar var ve artık hafif üşüten rüzgarın yelinde salınıyorlar.
Bir Nisan ayını anımsıyorum. Sakura ağacının altına uzanmış, kocaman çiçek öbekleriyle bezenmiş ağacın dibinde, sırtüstü yatan üç kadın görüyorum. Konuşan, gülen, sevgi dolu yürekleriyle birbirine dokunan üç kadın. Dökülen Sakura çiçeklerinin yanaklarını öpüp düştüğü çimlerin üstünde hayal olmuş bir zaman diliminde kalmışlar.
Sakura çiçekleri Nisan-Mayıs aylarında bir hafta yada on gün açıyor ve tazeliklerini kaybetmeden yani genç ölüyorlar. Düşünüyorum, Samuray yaşam tarzına bağlılıklarını sürdüren Japonlar, genç iken kaybedilebilecek bir yaşama vurgu yaparak, hayatı sorgulamak gereğini; canlı, renkli Sakura çiçeklerinin narin yapraklarına yüklemekte bir sakınca görmüyorlar.
Gözlerimi kapıyorum. Üsküdardan Bebek sırtlarına bakıyorum. Boğaz ve İstanbul siluetinin bir kısmı, Pembe Erguvan bulutlarının arasından sıyrılan gökyüzüne doğru, gözlerimin önünde beliriveriyor. Erguvan ve Sakura... Kısa yaşam, renkli hayat, genç ölüm. Nasıl da benzeşiyorlar değil mi?
Kara bir bulut ışığımı kesiyor. Rüzgarın önünden kaçarken sanki bana ceza kesiyor. Hazan'ın hüznünü duyuyorum. Kısa genç ölümlerin anısına, bir damla düşüyor yanağıma, ''Ağla'' der gibi.
Beynimin derinliklerinden koşup gelen bir cümle; Yeryüzünde her gün güneş doğuyor. Gün ışığına layık olmayan nice insanlayız da; iyi ve güzel olanın erken gitmesi neden? Diye soruyor.
Her sorunun cevabını alamıyorum, bilemiyorum. Siz alabiliyor musunuz?
Harika Ören
Silivri 14 Eylül Pazar
|