Bahçeci komşularımız vardı.
Soğana, sarımsağa, pancara, turpa, maydanoza para vermezdik.
Güzel günlerdi.
Tam bir dayanışma içindeydik.
Evimiz çıkmaz bir sokaktaydı.
Biz de bunların altında kalmazdık.
Evimizde pişen yemekleri, taş fırında yaptığımız ekmekleri o komşularımızla paylaşırdık.
Onlar bahçelerinden yorgun gelmelerine karşın, ürettiklerinden bizimle paylaşmalarına biz de pişirdiğimiz yemekle, ekmekle karşılık verirdik.
Şimdi bunlar kaldı mı diye sormayın.
Bizim kuşağın dışında böyle bir dayanışmayı, böyle bir dostluğu anılarında yaşayanlar bile azaldı.
Her evin önünde fosseptik çukurlar vardı.
Çünkü kanalizasyon diye bir şeyi, bizi yönetenler bile bilmiyorlardı.
İşte o fosseptik çukurları boşaltıp bahçelerine götüren bahçeciler, aradan bir süre geçtikten sonra yetiştirdikleri soğan, sarımsak, pancar, turp, havuç gibi ürünlerden bir demeti, o fosseptik çukurlarını boşalttıkları eve armağan olarak getirirlerdi.
Üzümü “tiyek” inden, inciri dalından, kemreli kavunu, karpuzu tarlasında dalından koparıp yerdik.
Bunlar para ile bağdaştırılmayan tarım ürünleriydi.
Buna karşın herkes halinden memnundu, geçimini sağlıyordu.
Ne o bahçeciler kaldı ne de o fosseptik çukurlu evler.
Çünkü uygarlaştık.
Uygarlaştığımızı sandıkça da yozlaştık ve insanlıktan uzaklaştık.
Şimdilerde sarımsağın, pancarın, soğanın, patatesin kilo fiyatını görünce şaşıp kalıyoruz.
Bu tür ürünlerin fiyatına yetişilemiyor.
Neden böyle oldu, nasıl böyle oldu diye sormaya kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü herkesin gözü önünde ve göz göre ve adım adım yaklaştığımızı fark ettirmeden oldu.
Derken herkes kendini rahat ve huzur içinde görmeye başladı.
Yediği gıda maddelerini, içtiği ithal içecekleri sorgulama gereği bile duymadan, eline geçen her şeye yumuldu.
Sonuç olarak kendi ürettiğimiz “yerli ve milli” bir şey kalmadı ama yerli ve milli lafından da geçilmez oldu.
Ben bunları yazarken ürperdim.
Gerisini siz tamamlayın ve biraz da düşünün…
|