Ayasofya zaten bizimdi.
Zaten atanmış imamı, müezzini vardı.
Zaten beş vakit ezan okunuyordu.
Zaten bir bölümünde isteyen namazını kılabiliyordu.
Öte yandan turizm gelirimizde de önemli bir yeri vardı.
Önümüzdeki yıllarda bu gelir nasıl olur bilemiyorum.
X
24 Temmuz günü, Sağlık Bakanı’nın “önce tedbir sonra tekbir” tiviti havada kaldı.
Lozan anlaşması nedeniyle Anıtkabir’e minnet ziyaretinde bulunmak isteyen yurttaşlar, Anıtkabir dezenfekte ediliyor gerekçesiyle engellendi.
Ayasofya’nın içinde ve dışında ise sosyal mesafe Allah’a emanetti.
Her tür tarikat, her tür cemaat mal bulmuş mağribi gibi sarığıyla, fesiyle, cübbesiyle, şalvarıyla, takkesiyle yollardaydı.
Bunlara polis bile engel olamıyordu.
Herkes, elindeki cep telefonuyla, orada olduğunu kanıtlama sevdasındaydı.
Tapusuna, “Ayasofya – i Kebir Cami Şerifi” yazılmasını sağlayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bile anılmıyordu.
Her şey şova ve hamasete dönüktü.
İstanbul’da virüsün kol gezdiği adeta unutulmuştu.
Ve herkes, “rabbim beni korur” havasındaydı.
Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya’da minbere kılıçla çıkmasını bir türlü anlayamadım.
Minberde kılıçla görüntü vermenin anlamını çözemedim.
Ya cumhuriyetin kurucusunu ima ederek lanet okuması.
Oysa O’nun sayesinde o makamda oturuyordu.
Gerginlik yaratılmak istendi ve Diyanet İşleri Başkanı aracılığıyla bir gerginlik daha yaratıldı.
Bu lanet okumaya iktidar cenahının sessiz kalması da cabası.
X
Ayni gün, bazı gazeteciler, 24 Temmuz Basın Bayramı kutlama ve tebrikler alma telaşındaydı.
Ve her şey “miş” gibi “mış” gibi “muş” gibi yapılıp gitti.
X
2003 yılında Deniz Baykal liderliğindeki CHP, liderinin, “demokrasi, demokrasi” diye baskısıyla sarı öküzü vermişti.
Ne olduysa o sarı öküz verildikten sonra oldu.
Kimsenin şikayet etmeye hakkı yok diye düşünüyorum.
Yoksa yanılıyor – muş gibi mi yapsam?
Çünkü herkes miş gibi muş gibi yapıyor ve gününü gün etme çabası içinde.
Bugün de ben öyle yapayım dedim…
|