Cennet gibi bir ülkede yaşıyorduk.
Sebze ve meyve yetiştiricisiydik.
Yetiştirdiğimiz bu sebze ve meyveleri dünyada birçok ülke alıyordu.
Yurdumuza gelip Seydişehir Alüminyum Tesislerini, İskenderun Demir Çelik Fabrikasını kuran devlete, bu tesisler için ödemesi gereken ücreti, sebze ve meyve ile ödemiştik.
Böyle daha örnekler var.
Toprağımız verimli, tohumumuz “atatohum” idi.
X
Hiçbir iktidarın göç politikası olmadığından ve çeşitli araçlarla kent yaşamı özendirildiğinden, köylerimiz boşaldı, büyük kentlerimiz tıklım tıkış oldu.
Boşalan köylerimizin verimli toprakları, bakımsız kalınca insana küstü.
İşlenmeyen bakımsız topraklardan tohum elde edilebilir mi?
Tohumu dışardan almaya başladık.
Üstelik bu dışardan alınan tohumdan üretilenlerden tohum alınamıyordu.
Mevsimi gelip ekeceğimiz zaman, tohumu yine dışardan almak zorunda bırakılmıştık.
X
Narenciye üreticisinin gübre, ilaç, elektrik gibi girdileri artınca, üretimi de azaldı.
Pazara az düşen tüm mallarda olduğu gibi narenciyede büyük fiyat artışları oldu.
Sebzede de öyle.
Oysa toprağımız verimliydi.
Dünyaya sebze, meyve, narenciye satıyorduk.
Bu ürünleri üretenlere gelince; üretici hiçbir dönemde kazanamadı.
Yorulmadan, ter dökmeden hep aracılar kazandı.
Buğday, arpa, mercimek, nohut, fasulye gibi tarım ürünlerine gelince;
Tarım politikamız olmadığı için, bunları da dışardan almaya başladık.
Birde bazı ülkelerden toprak satın alıp oralarda tarım yapmaya soyunmamıza ne demeli?
Bilemiyorum.
X
Üzerinden dört mevsim eksik olmayan güneşiyle, bire bin veren verimli toprağıyla ve çalışkan üreticisiyle göz kamaştıran cennet ülkemizin geldiği durum içler acısı.
Yerli ve milli lafı dillerden düşmüyor ama lafta kalıyor.
Yerli ve milli nemiz kaldı diye sorsak, nasıl bir yanıt alacağımızı merak ediyorum…
|