Üretmediğini tüketen toplumlar hep sınıfta kalmış ve tarihe karışmışlardır.
Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, günümüzde biz de sınıfta kalma adayı durumunda olan bir ülkeyiz.
Tasarruf ve dayanışma durumuna gelince;
Böyle bir fedakarlık yapılacaksa, tepeden başlayarak tabana yayılmalıdır.
Çünkü tabanın fedakarlık konusunda sabır taşı çatlamak üzeredir.
Yüksek zamlarla toplumun yoksul kesiminin canı yanacağına;
Başta saray ve çalışanları, yüce meclisteki tüm milletvekilleri, birkaç maaşlı bürokratlar, korunan – kollanan iş insanları, partilere yapılan hazine yardımları, binlerce kırmızı plakalılar ve kiralık lüks otomobillere binenler böyle bir dayanışmaya omuz vermek için tam bir duyarsızlıkla kılını kıpırdatmadıkça, dayanışma fedakarlığının salt tabandan beklenmesi büyük bir aymazlıktır.
Böyle bir modelde dışa bağımlılık katmerlenir.
Tüm tarım ürünlerini hatta samanı bile dışardan almamız sürer.
Yalnız bunlar mı?
Canlı hayvan ve şoklanmış et alımı da artar.
Yeme, ilaca, mazota, gübreye yapılan yüksek oranlı zamlar, çiftçiyi küstürmüş, ekip biçtiği toprağına giremez olmuştur.
Hele de ülkenin betonlaşması yeşili boğmuş, buna bağlı olarak iklim değişiklikleri yaşanmaya başlamıştır.
Bu konularda akılcı olmak gerekirken, akılsızlığı tercih etmek, cennet vatanı bu hale getirmiştir.
Hele bir de her ülkeden gelen sığınmacılar, ülkenin demografik yapısını allak bullak etmiştir.
Bunların üreme oranı her geçen gün yükselmektedir.
Böyle hızlı bir üremeyle çok değil, 10 – 15 yıl sonra azınlık olanın biz olduğumuzu şaşırarak göreceğiz.
Ankara, “kendi himmete muhtaç bir dede, kande kaldı gayrıya himmet ede” konumundayken, itibardan söz edip, kenefe tahterevalli ile gitme sevdasında oldukça, dışa bağımlılığın biteceğini sanmak safdillik olur.
Bunca olumsuzluklar ortadayken, muhalefetteki partilerin ve özellikle ana muhalefet partisinin gerçek gündemi bir yana bırakarak, bir iç çekişmeye soyunmalarına ne demeli bilemiyorum.
Hadi bakalım, üretmeden tüketmeye devam edelim.
Ama ne zamana ve nereye kadar?...
|