Zamanı hovardaca harcayan bir toplumuz.
Sivilde, resmide, protokolde, randevularda, sözlerde zaman kavramına pek dikkat etmeyiz.
Bir toplantı vardır.
Başlama saati 13.00 olarak belirlenmiş ve konuklara belirlenen saat için davetiyeler yollanmıştır.
Zamanın değerini bildiğiniz için, 12.55 te toplantının yapılacağı salona gidersiniz.
Bırakın konuşmacıları, size hoş geldin diyecek birini bile görememenin hüznünü yaşarsınız.
Derken, zaman hovardaları tek tek gelmeye başlarlar.
Tanıdıklar, kendi aralarında ayaküstü sohbete koyulurlar.
Saat 13.00 de başlaması gereken konuşmalar, saat 14.00 de, 14.30 da ancak başlayabilir.
Kimse de bu gecikmeyi yadırgamaz.
Bu zaman hovardalığı protokolde daha belirgindir.
Bir bakan, bir politikacı, bir genel müdür, üst düzey bir yetkili için zaman kavramı diye bir şey yoktur.
Astlar, merasim kıt’ası gibi soğukta, karda, kışta, güneşin altında, poyrazda saatlerce beklemek zorunda bırakılır.
Gelecek üst düzeyde biridir.
Bekleyenler asttır.
“Ne işleri var, beklesinler. Zaten yan gelip yatıyorlar” diye düşünülür.
Her zaman “büyük adam” göremeyen astlar da çoban bekleyen koyunlar gibi telaşsız, itirazsız ve tam bir teslimiyet içinde beklemelerini sürdürürler.
Arkadaşlar, kendi aralarında, “şu saatte falan yerde buluşalım” diye kararlaştırırlar.
O saat gelir, geçer, geçer, geçer…
Zamanın değerine dikkat etmeyen, hovardaca harcayan arkadaşlar, eksikleriyle birer birer gelmeye başlarlar.
Amaca ulaşılamamıştır, eksikler vardır.
Yapacaklarını bir sonraki buluşmaya erteleyerek ayrılırlar.
Zaman yine boşa akmış, hovardaca harcanmıştır.
Zamanı boşa geçirmek yaşamın her diliminde, toplumun her kesiminde görünen ancak bir türlü önü alınamayan alışkanlık haline gelmiştir.
Zamanı iyi kullanmamak gibi kötü alışkanlıktan kurtulamayan toplumların bir yere varması düşünülemez.
Şimdi, “yahu bu iş böyle gelmiş böyle gider, sen de eski köye yeni adet mi istiyorsun?” diye soracaklar çıkabilir.
Bizimkisi laf olsun torba dolsun babından bir şey işte.
Biz de zamanımızı hovardaca mı kullanıyoruz yoksa?...
|