Ülkemiz, coğrafi konumu açısından her zaman diğer ülkelerin gözüne batıp duruyor. Üzerinde dönen oyunların asıl nedeni de bu zaten. Öyle ya; kaç ülkede var böyle güneş, böyle deniz, göl, akarsu, ova, dağ, orman… Ve bunların getirisiyle yetişen meyveler, sebzeler. Öyle bir ay durmaksızın yağmur yağan ülkelerden olsaydık… Güneşi görmek için günlerce bekleseydik… Almanya’da bunlara tanık olduğumda yaşadığım iç sıkıntısını hep anımsarım.
Ama oradaki durumumu bu kadar güzel olan ülkemdeki iç sıkıntısıyla kıyaslamam bile. Çoğumuz aynı durumdayız aslında. Yakındıklarımızın üstüne bir de o korkunç darbe olayının hâlâ atlatamadığımız şoku gelince… Ardından zaten yıllardır devam eden teröre verdiğimiz şehit sayısının hızla artması, terörün artık durmaksızın, çoluk çocuk, düğün dernek demeden can almaya devam etmesi, üstelik güney sınırımızdaki savaşın içine çekilmemiz bizi iyice bunalttı. Bir de bu karışıklık içinde alınan kararlar, çıkan kanunlar da bizi bunaltmaya devam ediyor.
Bunlardan biri de, enerji yatırımı(!) adı altında sadece akarsuları değil geleceğimizi de kurutan HES’lerle, parsellenen doğaya yapılanlar yetmezmiş gibi şimdi de kıyılarla ilgili yıpratıcı uygulama kararları alınması. ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) sürecini hızlandırmaların bu uygulamalara destek olacağı da belirtilerek üstelik. ÇED’in amacı, planlanan projelerin verebilecekleri zararlardan çevrenin korunmasıdır özetleyecek olursak. Bunun için de yönetmeliğinde halka danışacak, onayını alacak süreçler vardır. Deniz kenarlarına yapılacak otellere onay vermenin kolaylaşması, zaten kıyıları yeteri kadar zapt etmiş otellere yenilerini katacak, sahiplerinin de daha zenginleşmesine yarayacak. Bazı sitelerin bile önlerindeki sahilleri, kurdukları büyük iskelelerle denizi, kendilerinin zannetmesine ve bu yöndeki tavırlarıyla vatandaşa kötü muamele yapmalarına tanık biri olarak bu otellerin çoğalmasıyla denize parmağımızın ucunu sokmak için dört döneceğimiz gayet açık. Turizm yatırımı(!) adı altında parası az olup otellerde kalamayan yerli turiste ıstırap vermekten başka nedir bu? Hâlbuki birkaç yıl önce kıyı kanununa uymayan oteller için yıkılma talimatı sözleri ortada dolaşıyordu. Ne değişti de tam karşıtı kararlar alınmaya başlandı?
Biz, Karadeniz’de Arap turistler için planlanan ne Yeşil Yol düşleri biliyoruz. O düşler yeşilin kâbusu olacakken halk sayesinde engellendi. Ama nereye kadar? Bu arada milletin iradesine önem verenler, köylü teyzelerin doğup büyüdükleri yerlerde rahatlarını bozup sonrada onların arkasında başkalarının olduğunu öne sürüyorlar. O köylü teyzelerin hayat deneyimleri, öngörüleri, bizden-sizden, hepimizden üstündür. Hele de kızdırmaya görün onları. Tecrübeyle sabit olması gerekiyor ama nedense kulak ve göz ardı edilmekte bir zamanlar milletin efendisi olan köylüler…
Büyük illere bakacak olursak bir kentsel dönüşüm vurgunudur dönüp duruyor. Örneğin bu keşmekeşin içinde beton yığını haline doğru yol alan İstanbul, direnmeye çalışsa da o da aynı doğa gibi bu rant peşinde koşanlara ne kadar karşı koyabilecek?
İçinde bulunduğumuz kaosun bir yönü olan canlı bomba olaylarının artmasıyla Gaziantep gibi bir ilde kazılmış iki bin mezar hazırda bekletiliyorsa eğer; bu ülkede biraz rahat nefes almak adına çevreye en az zarar verecek projeler üretmek gerekmez mi? Bu projelere öncelikle vatandaşın gönül rızası ruhsatı vermesi gerekmiyor mu?
Halkın gidemediği dağların arasındaki yerlere tesisler yapacak yatırımcılara sadece ruhsat vermekle olmuyor. Buralara gelecekler için yollar açılması gerekiyor. O yollar, o güzergâhtaki kaç ormanı talan edecek, ne kadar canlıyı ölüme yollayacaklar?
Bu yatırımcıların önünü açacak tesislere verilecek ruhsatların yanında daha da önemlisi, ÇED’i sermayenin önünde bir engel olarak görüp termik ve nükleer santrallara geçit vermek olacak. Faaliyette olan termik santrallerin çevreye verdiği zararı yakından yaşayanlar çok iyi biliyorlar. Bakalım nükleer santrallerin ülkemizin geneline yapacakları onların yanında hangi katsayıda kalacak? Diğer olumsuzluklar yanında ülkemizde terör bu kadar tırmanmışken, komşuluk ilişkileri bu kadar yıpranmışken, durmadan sınıra yakın illerimize roket atar, havan topu yağarken yapılacak nükleer santrallerin güvenli olacağından ne kadar emin olabiliriz? Üstelik sınır komşudan bize rahatsızlık verenleri uyarmak üzere yapılan sınır ötesi harekâtların önümüzdeki günlerde ve sonrasında neler getireceğinin bilinmezliğinde…
Bu hassas konuyu daha da hassaslaştırarak, çevreyi “putlaştırılan” olarak göstermek, olayı dinsel yöne çekip tepkileri bastırmak amaçlı olsa gerek. Eğer olaya o yönden bakacak olursak; Allah, kendisinden sonra tapılacak olanın herhalde yarattığı evren, dünya, doğa, çevre olmasını ister. Çünkü çevre olmadan insan bir hiçtir. Zaten var olamaz da. Onun için de yapılan bu benzetme, aslında bir yandan da çevrenin öneminin ister istemez vurgulandığının farkında olunmamasından başka bir şey değildir.
Bu ülke bizim!
N’olur biraz aklıselim!
Ceyda Sevgi Ünal
|