Ne olursa olsun hayırlısı olsun deriz ya ben bu yaşıma dek ölümün de hayırlısı olabileceğini pek kavrayamamışım meğer. Hani, Allah genç ölümü vermesin, evlat acısı göstermesin deriz ya daha çok ölüm denince aklıma gelenler onlardı. Ta ki 6 Şubat ve o günü takip eden günlere kadar.
Şu anda yazarken bile sarsıldığım o görüntüleri hepimiz gördük. Ya yaşayanlar? Hâlâ ölüsüne razı olduklarını bulamayanlar?
Enkazdan çıkarılan cenazeler önce yerlerdeydi. Sonra yan yana toplu olarak açılan çukurlara üstleri kepçeden dökülen topraklarla sarıldıkları battaniyelerle gömüldü. Kimin nerede olduğu belli değil. Bunu yazıyorum ama “Bir kızım öldü, diğerinin cenazesi enkaz altında n’olur çıkarın,” diye ağlayan babayı anlatıyordu bir kurtarıcı. Yani insanlar cenazelerinin ne olursa olsun bir an önce toprakla buluşmasından başka bir şey düşünecek halde değillermiş.
Başına gelen bilir, ateş düştüğü yeri yakar diye boşuna denmemiş. Şimdi bize oldukça tuhaf gelen o görüntüler zorunlu oluştu o koşullarda. Başa çıkılamadı, Bu başa çıkılamamak konusunda yazılacak çok şey var ama zaten yazıldı çizildi, görüldü. Ne kadar yazılsa zaten isteyen istediğini görmekte ısrar ediyor o da işin daha trajik durumu.
Bir babanın enkaz altındaki kızının elini bırakmadan öylece beklemesi hepimizi yürekten yaraladı. Günlerce onu kafamda kurarken öyle bir video gördüm ki hani o depremden sonra bulunamayan insanlar var ya işte molozlar arasından o insanlardan biri çıkarılıyordu. Enkaz altından çıkanlardan donanlar olduğunu, yani enkazdan kurtulmanın bir şey ifade etmediğini dinlemiştik. İşte gördüğüm videodaki, enkazdan çıkarılmamış ve donmuş bir kadın cesediydi. Kollar yana açık kalmış ve bedeninin alt tarafı yoktu. Siyah saçları dalgalandı onu molozlar arasından alanın elinde. Sonrası en yakın bir çukura atılmak oldu. Gel de yaşa bu dünyada. Günlerdir gözümün önünden gitmiyor.
Babam vefat ettiğinde hemen evimizin karşısındaki aile kabristanına defnetmek istedik. Emindik oraya gömüleceğinden. Babamın beni her hafta ziyaret edin vasiyeti vardı üstelik. Ama öyle bir şey oldu ki annemin sülalesine ait mezara babam annemin soyundan olmadığı için alınmadı ne kadar uğraşsak da. Ve babam çok uzaklardaki bir mezarlıkta defnedildi. Depreme kadar bu olay dört yıldır beni yedi durdu. Ama şimdi ne kadar saçma bir şekilde bu sonuç olsa da dua ediyorum ki babam kendine ait bir mezarda. Bir de oldukça yüksek mezar fiyatı konusu var. Depremzede, depremde ölen anne ve babasını memleketinde defnetmek isteyince karşılaştığı mezar parasına hayret etmiş. Ne kadar ben depremzedeyim dese de olmamış.
Acı, gerçekten yaşadıklarımız çok acı. Yine de kayıpları olanların metanetini görünce insan kendinden utanıyor. Ama utanacak olan biz değiliz tabii ki. Denetimsiz yapılara izin verenler, bir yılı dolmadan yıkılabilen binalar yapanlar. Bunlar hep vicdan meselesi. Olmayınca olmuyor. Milletvekili aday adayı olmaya bilmem kaç çakarlı araba ile tantanalı gidenlerin bu acıdan ne kadar etkilendiklerini insan düşünmeden yapamıyor.
Yazı yazıyı açıyor. Geçen gün dairemin bulunduğu sitenin kentsel dönüşüm toplantısına katıldım. Ayda 16 bin lira gibi bir taksit söz konusu kredi alındığında. Bu miktarı veren var veremeyecek var. Bu arada hiçbir ücret ödemeden kendi dairemizin yerine 55 metrekare daire sahibi olacağımızın teklifi de alınmış bir müteahhitten. Ama herkes itiraz etti, çok küçük sığamayız diye. “Yahu daha yeni gördünüz ne büyük ve nasıl şık döşenmiş dairelerde oturanların bir gecede sokakta kaldığını,” desem de bir mal mülk hırsı aldı başını gitti. Tüm olanlar zaten bu hırstan değil mi? Memleket mal, mülk, koltuk hırsı ile ne hallere geldi.
Oysa evinden olmayı bırakın insanların kendine ait bir mezarı bile olamayabiliyor başımıza gelen felaketteki gibi. Hatta nasıl oluyorsa kefen bulunmadığı için kefensiz gömülebiliyor.
Bize düşen bundan sonra aklımızı başımıza almak ve uygulamak. Kefenin cebi olmadığını birilerine hatırlatmak.
Ceyda Sevgi Ünal
|