Onbeşlileri bilmeyen var mıdır? Çanakkale cephesinde düşmanın karşısında dalyan gibi yiğitler bir bir şehadet şerbetini içip sayıları azaldıkça yerlerine diğer cephelerden asker getirilmediğinden, cepheye koşturan çocuklar onlar. 1315(1897) doğumlular. En büyüğü on dokuz yaşındaki ağabeyleriyle birlikte koştular cepheye. Harbiye Nezareti, yayınladığı tebliğle, bedenleri gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanların kıtalara teslim olmalarını istedi.
Fotoğraflarını her gördüğümüzde nasıl da acır içimiz. Daha çocuklar onlar. Nerede koskoca silahları tutacak hal, kuvvet o ana kuzularında? Analarını bırakıp gittiler ardlarında. Hediye’lerini bırakıp gittiler ardlarında. Gittiler gitmesine de dönemediler tabii ki. Onlar da biliyorlardı dönemeyeceklerini… Ama vatan kurtarılmalıydı düşmandan. Boşuna değildi; İngiliz generalinin onlar için “vakti gelmeden solan gül goncası” benzetmesi. Evet, goncalar soldu, çiçek açamadan. Hep açamayan tomurcuk olarak kalacaklar gönlümüzde. Bugün rahat yaşıyorsak bu vatanda; onların o daha gelişmemiş bedenlerindeki kocaman yürekleri sayesinde.
Ya bizim 15 Temmuz gününü yaşayan 21 yaşlarındaki asker çocuklarımız? Onlar da askerlik gibi şanlı bir meslek edinmek için Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelmişlerdi. Bu vatana asker olarak hizmet etmek için, analarını, babalarını, sevgililerini bırakıp. O unutulmaz geceyi yaşayacaklarını, ailelerinin bir daha hiç unutamayacakları o gecenin başlarına geleceklerini bilemediler. Gözü dönmüşlerden emir alan hain komutanları, onları “Tatbikat var,”, “Canlı bomba var,” diyerek götürdü köprüye. Tabii ki emirlere uydular. Aldatıldıklarını bilmeyerek. Nereden bilebilirlerdi ki vatan hainlerinin içlerinde olduklarını, onları komuta ettiklerini? İşin farkına vardıklarında ise çok geç oldu onlar için. “Suçumuz yok! ‘Vatanı korumaya gidiyoruz,’ dediler. Annem görmesin n’olur, üzülür,” diyen tezkeresini almaya iki gün, birkaç ay kalmış askerler, askeri öğrencilerdi bunlar.
Öyle ki kimi girdiği marketin televizyonundan hayretle öğrendi darbeye aracı edildiğini. Teslim olmalarına bile fırsat tanımayanlar linç ettiler bazı evlatları. Görülecek gibi değildi bedenleri morgda. Boğazlarını kesmişler, birçok kesici, delici aletlerle doğramışlar o gül bedenleri. Diğer askerlerden kemerlerle dövülenler var. Ağızlarını, burunları dağıtılanlar. Böyle ağzı burnu dağıtılmış üst düzey hain komutanlar gördüm sonradan tutuklanmış. Bir gram acımadım. Ama o evlatlar, onları katledenler… Hepsinin fotoğrafları var, videoları var ve hepsi salına salına geziyorlar. Birer katiller onlar… Ve aramızdalar… Şimdi o evlatlardan birinin anası olsaydım ki olmadığım halde bu kadar yanıyor yüreğim bir yıldır; halim nice olurdu? Nasıl yaşardım bu acıyla? Bir de FETÖcular, onların başları dururken Mehmetçiğin resmedildiği o 15 Temmuz afişlerini görünce...
O kötü gece ve sabahında yaşanan bu akıl almaz vahşetler, o gece diğer insanların ülkemiz için yaptıklarına koskocaman bir gölge, kara bir leke düşürmüştür. Adaletin yerini bulması, geç de olsa o öldürülen, hapiste olan evlatların ve ailelerinin itibarlarını iade edecektir. Bu arada ölen öldüğüyle kalacak biliyoruz. Ama gerçekler su yüzüne çıkmalı. Halk olarak hepimiz en gerçek neyse onu öğrenmeliyiz. Bu bizim hakkımız.
Bu ülke kandırılmışlık kavramını kaç kez duymak zorunda kaldı. O zaman bu evlatların kandırıldıklarını nasıl görmezden geliriz?
Voltaire’in “İhtilal ve darbe yapılmaz, gelir!” sözünden de anlaşılacağı gibi bundan sonra alınacak yolda uyanık olmak, yaşanan tecrübelerden ders almak, haklıyı haksızı, gerçek suçluyu, suçsuzu ayırt etmek olmalıdır düstur.
Tarihin acımasız olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir gün gelir, eteğindeki taşları döküverir.
Ceyda Sevgi Ünal
|