Yanımdaki çocuğun niye ağladığını anlamıyordum. Annesinin “Sus yavrum, eve dönerken istediğin kırmızı arabayı alacağım,” demesine hiç aldırmadan ağlamaya devam etti. Oysa o gün, yıllardır beklediğim gündü. Bahçede oynarken kapının önünden geçen her öğrenciyi gördüğümde “Allah’ım bir an önce büyüyeyim,” diye ettiğim dualarım gerçekleşmişti. Yalnız o çocuk başımı ağrıtmaya başlamıştı. Ondan başka ağlayanlar da vardı ama o kadar sesli değildi. “Ağlama!” dedim, dürtükledim; daha beter ağladı. Ne vardı işte, ne güzel okuldu. Kim bilir neler öğreteceklerdi bize. Artık gazetelerin resimlerine bakıp durmayacak, kendi kendime yazılarını uydurup okur gibi yapmayacaktım. Üzerimdeki beyaz yakalı önlüğüm de yıllardır özendiklerimdendi. O sabah annem, beyaz kurdelelerimi saçıma takarken “Ne de yakıştı kızıma,” diye öpüp koklamıştı beni. Hem babam kalem kutumu sarı kırmızı almıştı. Moralimi yanımda ağlayan çocuk yüzünden bozacak değildim.
Uzun yıllar öncesinden, okula ilk başladığım gün yaşadığım duygularla başladım bugün yazıma. Okullar açılıyor. Birinci sınıflar diğerlerinden bir hafta önce okula başladılar her zamanki gibi. Bizim zamanımızda (küçükken bu söyleme sinir olurdum) hep beraber başlardık. Kocaman ağabeyler, ablalar arasında kendimizi ilk günden ufacık hissederdik desem de benim için değildi bu hisler tabii ki. Yanıma oturan oğlan gibi çocuklar içindi. Okuma ve bilgi açlığım hayat keşmekeşinde sekteye uğratılsa da on yıldır şaha kalkmış durumda. Öyle ya dünyanın en güzel şeyi okumak, bilgi edinmek, sürecin sonunda bir meslek sahibi olmak değil mi?
Geçenlerde çok akıllı, çok tatlı, on yaşında bir erkek çocuğuna “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” demek geldi içimden. Onun için gözümde öyle meslekler canlandırmışken yanıtı, “Araba yıkayıcısı,” olmasın mı? Hiç böylesini duymamıştım. Hayat insanı nerelere sürüklüyor. Hele bu sistemde… O çocuğun da büyüyünce ne olacağını kimse bilemez. Ama gerçekten on yaşına gelmiş bir çocuk için ilginç bir istekti. Aslında herkesin sevdiği mesleği yapmasından güzel ne olabilir hayatında? İşini ne kadar seversen, aile düzenin de, sosyal çevren de o kadar güzel olur. Evden daha çok saatler geçirilen, sevilmeyen bir işte çalışmanın kişinin üzerinde yarattığı olumsuzluklar saymakla bitmez aslında. Para için katlanılan mesleklerdeki verimin de kalitesi her zaman soru işaretidir. O iş ne olursa olsun. En basit yapılan bir iş olsa bile. Kişinin kendisine olduğu kadar yaptığı işten hizmet alanlara kadar yansır olumsuzluklar.
Yani benim gibi çok isteyip de başlanılan eğitim öğretim hayatındaki coşku, koşullar, yanlış politikalar, eğitim sistemindeki çarpıklıklar, aile baskısı gibi unsurlarla sönüp gider.
Örneğin gençlerin geleceğini etkileyen yanlış soru sorunu hâlâ yaşanıyor üniversite sınavlarında. E, ilkokulların da durumu malum. Müfredata bakınca ağzınız açık kalıyor. Evlilik konusu işleniyor ve kadının erkeğe itaati ibadet olarak gösteriliyor kitaplarda. Erkeğin okumuşu kadı, kadının okumuşu cadı gibi çağ dışı söylemler de görebiliyoruz. Müzik derslerinde ise yenileme ve değişiklik başlığı altında daha çok dinsel temalara ağırlık veriliyor. Uygunsuz el hareketi yapan bir kutup ayısı karikatürü ders kitaplarına alınırken Türkiye Cumhuriyeti kurucusu, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’e birer sayfa ayrılıyor. Üstelik beden eğitimi dersinde Atatürk’ün sözlerine yer verdik gibi bir savunmayla.
İmam hatip okullarının müfredatı ayrı konu. Afetlerin doğaya verilen zararlar sonucu oluşmasını göz ardı edip afetleri Allah’ın bir sınavı olarak kabul etmek, yakınmayı Allah’a karşı gelmek gibi gösteren konular olduğu gibi laiklikte siyasi ve toplumsal hayat düzenlenirken Allah’ı dikkate almamak esastır deyişleriyle işlenen konular var. Anayasasının 2. ve değiştirilemez maddesi “laiklik” olan bir ülkede yaşıyoruz ama okul kitapları bu halde…
Hani o minicikken okula gideyim diye dua eden ben, şimdi iyi ki günümüzdeki sistemde büyümemişim diye şükrediyorum. Belki de o yanımda oturan çocuk yıllar sonra ağlanacak bu halimize ağlayıp duruyordu da ben anlamamışım; ne dersiniz?
Ceyda Sevgi Ünal
|