Merhaba çocukluğum, hani senli yıllarımda babamın babasının yani dedemin gönderdiği mektupları anımsıyor musun? Baştan aşağı selam dolu iki sayfaydı. Evindeki tüm aile bireyleri, onun ağzından, bizim aile bireylerimize teker teker selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperlerdi. Ezbere bilirdim neler yazacağını ama her ay özlemle beklerdim. Şimdi sana yazıyorum çocukluğum ben de bu mektubu. Biliyorum ilk kez benden böyle bir mektup alıyorsun. Şaşırdın belki de. Okuyunca sevinir misin, üzülür müsün, ah mı edersin, dizlerini mi döversin, ara ara gülümser misin bilemem tabii.
Ne kadar “senli yıllar,” desem de sahibim sendin. Aynı benim gibi aslında. Ayten’i bilirsin. O zamanlar oyuncak deyince; sert, kazık gibi duran naylon bebeklerden söz edilirdi. Saçları bile naylondu. O yumuşacık, eli, kolu oynayan, gözleri kapanan, saçları pırıl pırıl, güzel giysili bebekler ülkemize geldiğinde artık oyun oynayamayacak yaşlardaydım. Ayten’im iyi ki o günleri görmeden öldü. Hastalığının nasıl başladığına sen de tanıksın. Önce bir ayağının ucu delindi, sonra diğeri derken… Zaten hiç kapanmayan gözleri açık gitti garibimin. Şimdi düşünüyorum da ben o kaskatı Ayten’in sahibi gibiymişim meğer. Uyu derim uyur, ye derim yer, kalk derim kalkar. Oysa o kaskatı haliyle Ayten’in kıpırdayacak hali mi vardı? Hayal dünyam ne kadar genişti değil mi çocukluğum? Belki de annelik içgüdüsüydü bu; Allah’ın daha doğuştan dişilere verdiği.
Dualarımızı seninle beraber ederdik hep. Altı yaşıma kadar ne çok “Allah’ım ne olur okula gideyim,” duası ettik. Neden bu kadar çok gitmek istediğim sonradan ortaya çıktığında sen de benimle başa çıkmakta zorlandın. Okumayı öğrendiğimde evimize giren gazete beni tatmin etmez oldu. O zamanlar eski gazetelerden kese kâğıdı yaparlardı. Çarşıda pazarda hiçbir kese kâğıdını kaçırmaz, içini, dışını okurdum. Senin haberin yok tabii; büyüyünce doğayı mahveden naylon poşetlerle tanıştım. Onlarda okunacak market isimlerinden başka bir şey yok. Ama Reşat Nuri Güntekin’in kaç kez okuduğum, artık ezberlediğim Çalıkuşu romanı gibi romanlarla hayatım renklendi merak etme sen. Roman deyince çocukluğum, hani hayatım roman derler ya; inan yalan değil. Senden sonra benim hayatım romanlık oldu. Hiç aklına gelmezdi değil mi arabalarla yarışırcasına okula giden o minicik kızın hayatının romanlık olacağı… Oldu işte.
İlkokul öğretmenim, “Bu kızı koleje verin,” dediğinde ailemin özel okula harcayacak parası yoktu ne yazık ki. Böylece yabancı dil öğrenme yeteneğimin boşa harcandığı bir eğitime başlamakla adım attım belki de romanıma… Hadi o zaman ailemin maddi durumu engeldi. Ya liseyi bitirip İngilizce öğretmenliği kazandığım halde gazeteciliği tercih etmeme ne dersin? Bu kez benim hatamdı. Çünkü gezmeyi pek sevmeyen bir ailede büyümüştüm. Her gün, günde dört saatlik yolu olan bir okula gitme fikri hoşuma gitti. Üstelik öğretmen olursam atanacağım şehre gitmeme ailemin izin vermeyeceğini biliyordum. İşte benim romanımın bam teli burası. Seçilen okul, paralelinde iş hayatı, girilen ortamda yanlış yapılan evlilik… Yazgı dedikleri bu muydu çocukluğum? İngilizce öğretmenliğine gitsem hayatım kim bilir ne yöne sapacaktı? İnsan bir şeylere engel olamıyor mu? Sürüklenip gidiyor mu elinden bir şey gelmeden? Yoksa uzatılan dalları mı görmüyor?
Biz seninle ne yıllar yaşadık. Yarısı evimizin bahçesinde geçti. Hemen hemen hiç sokağa çıkmayan bir çocuktum. Ayten ve köftelerim ünlüydü benim. Toprağı ıslatır ıslatır ellerimin arasında şap şap köfte yapardım hep. Sen de beni seyretmekten hiç bıkmazdın. Hareketsiz bir
kız olduğumdan şap şap diye ellerimi çırpmama bile sevinirdin. Sonra hareketlendim. Bana mıydı nazın deme… İstanbul gibi bir yerde trafik sorunuyla boğuşarak akşama kadar çalışıp bakıcıdan aldığın bebeğinle buz gibi bir eve girmek, o zamanlar kağıt bezler olmadığı için ertesi sabaha yetişecek, yıkanması, kurutulması gereken bezlerle çok geç saatlere kadar haşır neşir olmak, ev işleriyle uğraşmak.. Bebeğime bir dakikamı ayıramayacak kadar hareketlendim inan çocukluğum. Oysaki hayallerimdeki kolu bacağı oynayan, yemek yiyebilen, gözlerini kapatabilen bir bebeğim olmuştu işte. Ayten gibi değildi o.
Biraz önce soğuk bir ev deyince aklıma geldi. Dizlerimi kaç kez yapıştırmıştım sobaya. Yanık izleri büyüdüler tabii ben büyüdükçe. Evimiz, annemin babasından kalma ahşap, eski bir evdi. Rüzgâr bir yandan girer öbür yandan çıkardı. E, ben çok üşüyen bir çocuk, sobalar da yaklaşınca yakan eşyalar olunca… Sen çocukluğum soba, soğuk… Üçünüzden armağan, benimle mezara gidecek dizlerimdeki izler…
Hep soğuk değildi seninle geçen günlerimiz. Radyo Tiyatrosu dinleyerek geçen perşembe akşamlarımızın sıcaklığını sen de unutamamışındır. Saat 21.00’e gelince bu kez kulağımı yapıştırırdım radyoya. Gözümün önünde canlanır dururdu o seslerin sahipleri, yarattığı ortamlar. Bazılarının benim de ileride başıma geleceğini bilmeden, “Nereden buluyorlar bu konuları?” diye düşünmeden edemezdim. Oysaki hayatın kendisiymiş tüm yazılıp seslendirilenler.
İki yılımızın ortak sevgilisini de anmadan geçemem seni bulmuşken çocukluğum. Haydi, anımsa desem, ipucu versem. Gündüz uslu, akşam alevli… Anneannemin gündüzleri bir gelin duvağı gibi üstüne örttüğü danteli kaldırıp önce gazını kontrol edip sonra fitilini yaktığı lambamız… Babam eski evimizin yerine dış sıvasını bile yapamadığı iki göz oda kondurmuştu. Elektrik lükstü o koşullarda bizim için. O yüzden çok sevdik gaz lambasını, babamın karanlığa inat, duvarlara elinin gölgesiyle aksettirdiği kuş şekillerini, kurt şekilleri… Kuşlar uçtu gitti seninle çocukluğum… Ama kurtlar hep kaldılar hayatımda. Sen bilmezsin ne çok kurt vardı. Her an saldırmak, parçalamak isteyen kurtlar. Kadın, erkek… Bir sürüydüler. Dedikodu, yalan, ihanet, alay, ağızlarına hep salya oldu onların.
Öyle olunca da o minicik kızın o incecik derisi, hani sobanın yaktığı derisi var ya; kalınlaştı. Kalkan kadar kalınlaştı. Anca öyle karşı durabildi kurtlara. Şimdi bana dokunsan şaşarsın. Dokunma zaten. Bir daha görüşmeyelim seninle. Bu sana ilk ve son mektubum olsun. Hemen darılma ama. Biliyor musun insanların çocukluklarına, hatta bebekliklerine döndüğüne tanık oluyorum iki yıldır. Babama baktıkça onun her yönden hayatının ilk zamanlarına dönüş yaptığını görmek ne acı bilemezsin. Mutlaka babamın çocukluğu, onunla tekrar buluştuğu için mutludur. Çünkü yine yemeklerini püre olarak yiyip, altı bezleniyor. Çoğu şeylere aklı ermiyor. Söylenen bazı şeyleri tekrar edip duruyor. “Yapma!” diyorsun yapıyor. Bazen yemek yememek için inat ediyor, ilacını almamak için inat ettiği gibi. Bazen de n’olur biraz hareket et desen de kundaktaki bir bebek gibi hareketsiz kalmayı yeğliyor. Seversen seviniyor. Azıcık yüzün düşse alınıyor. Sen bir gofret verdiğinde iki elini çırparak çocukluğunu tekrar yaşayan bir yaşlı gördün mü? Ben hep görüyorum. İşte bu yüzden bir daha seninle görüşmeyelim n’olur. Anılarımız hep bizimle, hep canlı kalacak ama inan. Daimi esenlik dilerim sana. Ya da bugün anmama aracı olduğun rahmetli dedemin mektuplarının sonundaki diliyle; bâki selam…
Ceyda Sevgi Ünal
|