Bazı insanlar, sorumluklarına, yaptıkları işlerin rutinine kendilerini kaptırıp hiç sorgulamadan yaşamlarını sürdürürler. Ezber bir yaşamdır onlarınki. Hele biraz eleştirmeye kalkın; dillerine pelesenk olan yanıtları hemen hazırdır: Biz anamızdan, babamızdan böyle gördük.
Böylece yeniliklerden haberi olmayan, olsa bile yeniliğe açık olmayan at gözlüklü günlerle ömürlerini tüketirler. İster teknoloji alanında, ister sağlık alanında en basit yeni bir bilgiye bile tahammülleri yoktur. Hatta bu kesim, oturdukları mahalleyi bile değiştirmez. Tabii ayakta durmaya çalışan bakkalı, kasabı da. Belki de küçük esnafın yaşaması için böyle zihniyetler de gerekir ülkemizde ama bu kadar katı tutumlu olunca insan, o bakkala, kasaba gelen yeniliklere de bir kulp takar her zaman. Bakkalı anladık da kasaba ne yenilik gelebilir demeyin. Geçenlerde “Ne o öyle marketten et almalar,” diye kendime kızarak kasabın birine girdim. Girmez olaydım. Ben o kasabı anam babam kasabı sanmıştım oysa. O kadar et çeşidi vardı ki. Tavukları saymıyorum bu arada. Ve o kadar pahalıydı ki. Pek sık et yemediğimden herhalde fiyatlar tavan yapmış da haberim yok dedim. En ucuz et, o da yağdan görünmeyeni tabii; kırk beş liraydı. Çocukken annemin kasaba her gittiğimizde “Şuradan yarım kilo kıyma ver Naim,” demesi gibi birkaç sözcük ağzımdan bir türlü çıkamadığından en son gözüm yüz lira etiketli pirzolaya takılmış halde kendimi dışarı zor attım. Yahu şurada Sırp kasabının güzelim kıyması varken sen ne diye dış görünüşüne kanıp da anam babam kasabı zannettiğin dükkandan yurdunun etlerini almaya kalkarsın kadın diye az söylenmedim hani. Ve eminim ki çoğu aile, Sırpların o güzelim etlerinden, kıymalarından alıyor mecburen. Yine de parası olan neredeyse o dükkanları kaldırırcasına alışveriş yapıyor. Buna da dün gittiğim bir sakatatçıda tanık oldum.
Yani bahsettiğim anam babamcı zihniyetin biraz da parası olması gerekiyor benim gözlemime göre. Tabii ki her şey para değil. Alınır tavuk kanat ucuzca, gidilir bir deniz kıyısına. Mangal yakılır. Salata falan. Karpuz yanına. Top oynanır. Babadan görme çubuklu pijamayla uyunur derken akşam olur. Toplanılır dönülür. Sonra oradan geçenler “Buradan hangi hayvan geçmiş,” diye masum hayvanlara hakaret ederler. Oysaki vaktiyle analarının babalarının piknik yaptığı bile belli olmazdı artlarından. Çünkü onlar, yemeklerini ardımızdan ağlamasın duygusallığıyla yiyen insanlardı. Çöpleri de bir o kadar az çıkardı. Çıkanları toplamadan oradan ayrılmazlardı. Her şey filelerde, kese kâğıtlarında taşınırdı. Şimdi ise her yer poşetten geçilmiyor. Zaten poşetler belli başlı çöp sorunu. Doğanın baş belaları…
Anam babamcılar kolaycı, tembel insanlar diyeceğim ama bakıyorum kadın on beş katlı sitede oturuyor. Sokağında halı yıkama dükkanı olduğu halde apartmanın park yerine sermiş kelle halıyı ha babam de babam sabunlayıp fırçalıyor. Birisi laf söylese “Ben anamdan böyle gördüm,” diyor hemen. “Oralar temiz yapmaz halıyı,” diye de bilmiş bilmiş ekliyor. Sanki gitmiş görmüş, nasıl yıkanıyor, nasıl kurutuluyor gibi. Kullandığı sabunların artıkları on milyar beş yüz bin akarla halının dibinde parti veriyorlar haberi yok. Halı kuruyunca da o partiyi üstünde verecekler.
Bunların içinde bazı tipler var. Onlar da yemek yapma konusunda hâlâ eski yöntemlere saplanıp kalmışlar. Tamam klasik yemeklerimizin yapılış şekli belki zor değiştirilir ama bizim damarlarımız neden tıkanıyor diye düşünen yok. Hiç olmazsa kızartmaları azaltsak. Neden bas bas bağırıyor bazı doktorlar. Yok ama onlar eski kafada hâlâ margarinle yemek pişirenleri bile var. N’yapsın ama; anasının babasının zamanında elin Amerikalısı tutmuş “Zeytinyağlı yiyemem;” diye şarkı uydurtup tüm ülkeye göbek attırmış. Margarinler, mısırözü yağları baş tacı edilirken Amerikalı al sana Marshall diyerek o zamandan damarlarımızı daraltmaya başlamış.
Anam babamcıların da kandırılma yönlerinden ebeveynlerinden farkları yok. Dizilerin içinde “ürün yerleştirme” başlığı altında yapılan reklamlar yetmiyormuş gibi bir de bir dizinin iki buçuk saate yayılmasına neden olan reklamlar beyinlerine sokularak alışverişe çıkıyorlar.
Yani onlar da aslında aynı düzendeler. Bir zamanlar televizyon olmadığından radyoda şarkıyla uyutulan millet, şimdi özenilerek izlenen diziler aracılığıyla reklamlarla uyutuluyor. Onun için ben anam babamcı değilim diyenler bile öyleler aslında.
Fakat bu anam babamcıların kırıldıkları bir nokta var ki sormayın. Eskiden kendilerine yapılmayan doğum günlerini onlar da çocuklarına da gavur âdeti diye yapmamışken bir bakıyorsunuz o katı anam babamcılar torunlarının yaş günlerinde çekilen her karedeler. Hatta başlarında, boyunlarında doğum günü süsleriyle verilen pozlarıyla.
Keşke hep böyle güzellikler olsa ama bazen bu anam babamcılar sağlık konusunda da tutuculuklarını devam ettirirler. “Yahu anam seksen beş yaşında öldü hayatında doktor yüzü görmemiş, beş bebeği de tarlaya doğurmuş,” diyenlerini mi ararsınız yoksa zorla da olsa doktora görünüp “Anamın kullandığı bir ilaç vardı,” diye fi tarihinden kalan, bazılarının sonradan yararından çok zararı olduğu anlaşılarak toplatılmış ilaçları mı istemekte ısrar edenler mi?
Özet olarak bu anam babamcıların kafaları tembel. Düşünmek, ölçmek, biçmek, tartmak istemiyorlar. Körü körüne gittikleri bir rotaları var…
Din konusuna ise girmiyorum bile… Girecek olsam herhalde hâlâ bahçede, yolda çocukların gözünün önünde adeta işkence yapılarak kesilen kurbanlıklardan başlardım. Sonra dayanamaz kıyaslamayı falan bırakır; dindar nesil yetiştirmek amaçlı ailelerinden koparılıp yurtlarda yanan, tecavüz edilen çocukları yazardım. Susturulan aileleri yazardım.
Neyse anam babam, benim içim kaldırmıyor bunları…
Ceyda Sevgi Ünal
|