İşte bir Eylül daha geldi. Hani ne demişler: Ağustosun on beşi yaz, on beşi kış. Sanki atalarımız geleceği biliyorlarmış gibi söylemişler. Biz artık ilkbaharmış, sonbaharmış unuttuk gerçekten. Nasıl mevsimlerdi tam olarak anımsayanınız var mı? Mevsimler kış ve yaz olarak devam ediyor. O nedenle beni görüntüleriyle üzen sarı yapraklar dışında eylülle başlayan sonbahar da imajını çoktan unuttu.
Sıcaklardan çok şikâyet eden arkadaşlarım şimdi bana kızacaklar mutlaka ama Balkanlar’dan gelecek soğuk hava dalgasını düşündükçe yaz aşığı bir kadın olarak içim şöyle bir titriyor. Aslında yaşım ilerledikçe, sayılı günler azaldıkça ben de sempati duymuyor değilim kışa nedense. Ama yazı hayatta hiçbir mevsime değişmem.
Ne o öyle kat kat, lahana gibi giyinmeler? Bereler, atkılar… Bere, atkı giyimi tamamladığı için gözüme hoş gözükseler de hayatta hiç kullanamadığım şemsiye ve eldiveni ne yapmalı?
Bunlar o kadar da önemli sorunlar değil. Asıl kış deyince aklıma harcamalar gelir hemen. Isınma sorunu en başta tabii ki. Para, para, para… Sekiz ay zorunlu… Hele bazı kışlar, hani ayvaların çok olmasıyla bayağı soğuk olacağı haberini veren kışlar yok mu; işte onlar cepleri bomboş bırakır. Maddi gücü elverenlerin tabii ki. Ya olmayanlar? En acısı, barınacak bir yeri olmayanlar. Sokaklarda kalanlar… Bankamatik kabinlerine sığınanlar. Yatağı, yorganı karton olanlar. İçim nasıl acır onlara. Bazıları donarak ölürler. Bazılarınıbelediyeler bir süre sıcak yer, sıcak yemek vererek konuk ederler. Sonra yine sokaklardır meskenleri o insanların… Ayrıca sokak hayvanları var ki; onlar bazı yürekler dışında kimsenin umurunda olmaz.
Bir de haziran ayında ayağına kadar kömür gelenler gördük ki; fotoğrafları bol bol var. Onların kardan kıştan haberi olmaz. Evlerinde mis gibi oturur, artık doğru dürüst kanalı kalmayan televizyonlarını büyülenmişçesine seyredip dururlar.
Bu arada çarpık kentleşme yüzünden sel baskınları olur, binalar yıkılır, HES’lerin marifetleri, yaz kış demez bir bir doğanın, insanların canına okur, İstanbul gibi bir mega kentin göbeğinde araçlar suya gömülür. Deniz karayı işgal eder. Sanki insanlar denizin üstünde yürüyor gibi trajikomik sahneler oluşur.
İstanbul’da yaşayan biri olarak kıştan bu kadar yakınmam aslında hiç hoş değil. Doğu’nun durumunu düşününce… 3 yaşındaki Muharrem’i hiç unutmuyorum. Hani Van’da 2014 yılında Muharrem ateşlendiğinde babası yardım istemişti de kar yolları kapattığı için sağlıkçılar ulaşamamışlardı. Kavruldu gitti yavrucak ateşten. Sonra babası 16 kilometreyi sırtındaki çuvalda bulunan Muharrem’in ölüsüyle yürüdü.
Yol ve hastane…
Ağzımı açacak olsam; bu iki kavramla ağzımı kapatmaya çalışanlar tabii ki bu hazin olayı biliyorlar.
Ve bu ilk değil. Daha önce de Konya’da 40 günlük bebek donmuştu. Ya kardan buzdan doğuma yetişemeyip ölen kadınlar…
Yani “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir,” durumları…
Şimdi ben nasıl kışı seveyim…
Yaza nasıl hüzünle “Elveda!” demeyeyim…
Ceyda Sevgi Ünal
|