Denizin çilesi hiç bitmiyor. Karayı mahveden insanoğlu, suçlarına bir de denizi ortak ediyor. Örneğin, denizi dolduruyor. Üstüne gökdelenler dikiyor. Denizden kum çalıp bina yapımında kullanıyor. O yetmiyor gibi kanalizasyonlarını denize veriyor, eline geçeni denize atıyor. Doğada bu kadar zulüm gören yoktur herhalde. Yine de deniz, insanlara ürünlerini sunmaya devam ediyor. Nereye kadar bakalım…
Çöken ve yıkımına başlanan binaların ufacık bir parçasında midye kabukları cirit atıyor. Plajda bile göremezsiniz bu kadar yoğunluğu. Hangi insanlar(!) bunu bile bile yapabiliyor diye düşünsem de her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini anımsayınca bunlar da başka tür katiller diyorum. Kaç aile parçalandı, evlatlar, analar, babalar öldü. Öldürmek için illaki silah gerekmiyor gördüğümüz gibi. Pekiyi denetleyenler… Yani denetlemeyenler demek istedim aslında. Onların suçu yok mu? İmar affı çıkaranların, çıktıkları birkaç katla keselerini doldurup bu afla rahatlayanların?
Sadece o bölgede mi var bu binalar? Daha kaç bina yıkılmaya aday kim bilir? Daha kaç milyar midye kabuğu sokulacak gözümüze gözümüze? Zaten diğer koşullar insanları zorlarken bir de meskeninde tedirgin yaşamak ruh hallerini ne duruma getirir düşünün.
Benim de İstanbul’da olması muhtemel depremi, olacakları düşününce biraz daha kararıyor içim. İstanbul’un baştan başa ele alınması gerekiyor. Bunu yaparken de belediyelere göre ayrım yapılmaması önemli. Konut gereksinimi, orman demeden yerine yeni binalar yapmakla değil, çökmesi muhtemel binaların yerine yenilerini yapmakla çözülmeli öncelikle. İnsanlar için konut her şeyden önce gelir. Çünkü barınma gibi en önemli gereksinimini giderir. Ama bizde öyle olmadı. Gereksiz yere yıkılan binaların yerine boynunuzu ta arkaya atarak son katını göreceğiniz binalar çıkıldı mantar gibi. İstanbul toz duman bu yüzden. Kentsel dönüşüm dendi ama amacına uygun olmadığı gibi o binalardan havaya yayılan atık zerrecikleri ile İstanbul astımlılar için cehenneme dönüşüm oldu. Sonuçta, elde kalan, satılmayan binalar dolu ortalık. Yani hesaplanmadan yapılmış bir atılım. Onun yerine gerçekten çökme ihtimali olanlara öncelik verilmesi gerekirdi. Yok ama bizde lüksün lüksünü yapma eğilimi çok fazla…
Bakın bundan birkaç yıl önce kentsel dönüşüm adı altında yapılan binalarda da deniz kumu kullanıldığını söyleyen yetkililer, deniz kumunun hiç de zararlı olmadığı savunmuşlar. Meğerse tüm suç, kumla birlikte gelen midye kabuklarındaymış… Çünkü betonda boşluk yaratıyorlarmış. Nasrettin Hoca hikâyeleri aklıma geldi duyunca…
Onun için her gördüğüm yeni binanın sağlamlığından endişeliyim açıkçası. Ne malum onların da midye kabuğu sarmalında yer almadıkları? Yıkılan evleri de insanlar ne hayallerle, ne umutlarla belki de ömür boyu ödeyecekleri kredilerle sağlam diye almışlardı. Denetim, denetim… Tabii ki öncesinde eğitim… Şart… Önce vicdan eğitimi… O da ailede hazırlanır. Okulda fırına verilir. Yaşamla kol kola pişer. Konumuz yönünden bakacak olursak; o zaman da midyeler bu sarmalda yer almayıp rahat bir nefes alırlar. Denizler de…
Görülüyor ki; bu ülkede bir gün daha yaşamak, sağ kalabilmek büyük bir başarı aslında.
Ceyda Sevgi Ünal
|