Sekiz gün bir tatil köyündeydim. Döndüm, geldim. Biz nasıl bir hayat yaşıyoruz, nasıl tahammül ediyoruz bu yaşama; inanın çok kuvvetli olduğumuzu anladım. Trafik ne kadar büyük sorun. Daha İstanbul’a adım atmadan kendini belli etti. Sağlı sollu araçların insanları sıkıştırmasıyla, her yerden aniden fışkırıp önünüzü kesen motosikletlerle uğraşıp durmanın karmaşasında insanların birbirlerine sinir içinde bakmaları, davranmaları stresin bu şehrin artık vazgeçilmezi olduğunun en büyük kanıtı. Herkes pimi çekilecek bomba gibi geziyor. Nezaket, kadın ismi olarak geçmişte kalmış.
Adımımı tatil köyünden dışarı atmadım. Atmak istemedim. O ortamın doğallığını bozacak bir şey yaşamak istemedim. Sanki büyü bozulacaktı. Nitekim bozuldu da. Altınoluk’tan İstanbul’a on bir saatte geldik. Sürücü, “Yine de iyi geldik,” dedi bir de. Kürkçü dükkânı, mecburen geliyoruz dedim içimden. Ben o köye sığındığımda her şey uzaklaştığımı sanıyordum oysa. Meğer telefonla aldığım biletin otobüsü İzmir’den kalkıyormuş. Bunun bize söylenmesi gerekirdi. Otobüsün geç geldiği yetmedi dilenci vapuru gibi derler ya öyle her önüne gelen yerde durdu. O yolcu indi, bu yolcu bindi. Anladım ki her şeyden uzak kalmak, bir tatil köyüne sığınmakla da becerilecek bir şey değilmiş.
Tertemiz bir havada içtiğimiz su dağdan geliyordu. Kırkı aşkın bungalovun olduğu alan zeytin ağacı doluydu. Aralarında yükselen çınarlar, sonbaharın abonesi yapraklarını dökerken deniz hâlâ yazın güzelliğini bize sunmakta ısrarcı davrandığı için şanslıydık. Bu arada tavuklar, horozlar, sincaplar gezip duruyorlardı. Kediler de tabii ki. Nefes almak bu demek diye düşündüm hep. Sonra İstanbul’un havasıyla çarpıştı burun kanatlarım geldiklerine bin pişman. Bu kez de nasıl nefes alıyoruz burada diye düşünmeden edemedim. Hele ilk günün sabahı girdiğim elektrik idaresinin küçücük bekleme salonunda burnuma çarpıp beni nefessiz bırakan sarımsak, rakı karışımı kokunun bir benzeriyle bir kez daha karşılaşmam dilerim. Yollara atılan izmaritleri görmezden gelmeyi de beceremedim tabii bu arada.
Şehirde herkes tembel bence. Ve bencil. Bahçesi çam ağaçlarından oluşan koruya sahip hastaneye gelen bir adam, “Kes kardeşim şunları, otopark yap, neyse veririz parasını,” diyebiliyor. Ne ağacı düşünen var ne hava kirliliğini. Günü yaşamak, büyük şehirde yaşamak.
Allah’tan edebiyat var, sanat var İstanbul’da sığınacağımız. Onlarla avunup yaşamımızı renklendireceğiz artık. Ama işte bir tiyatroya gidin sinir olup çıkarsınız. Oyun başlamadan uyarı yapılsa da önünüzdeki neredeyse oyunun tümünü videoya çekmeye kalkar. Önünüzde size engel olan parlak bir ışık düşünün. En nihayet patlarsınız… Ya da birinin telefonu çalar. Başıma birkaç kez geldiği gibi yanınızdaki uyumaya, hatta horlamaya başlar…
Demem o ki biz büyük kent mağduru insanlar olarak Altınoluk gibi cennet yerlere sığınıyoruz ama nereye kadar… İçimizdeki yara büyüyor. Kazdağları’nın sunduğu hava ve su da kirlenecek. Hem de öyle böyle değil. Öyle ki o çoğu yönüyle beğenmediğimiz İstanbul’u aratır olacak. Onun için biraz da hüzün vardı tatilimin içinde. Çünkü kesilen ağaçların yanı sıra geleceğimizin siyanürlenmesi söz konusu. O kadim zeytin ağaçlarına sarılıp sarılıp öpesi
geliyor insanın. Hastane bahçesinde kesilsin denilen künyeli çam ağaçlarına bugün sarılasım geldiği gibi
|