Türkçe’nin yetersiz ve kısır bir dil olduğu sık sık gündeme gelir.
Kendimizi küçük görmenin ve aşağılamanın büyüsüne kapılanlar “biz adam olamayız”la başladıkları geyik muhabbetlerini Türkçe’nin “ göçebe dili” olduğuyla sonlandırırlar.
Milliyetçilik tapusunun kendilerinde olduğunu sananlar da Türkçe’nin “ulusal” bir dil olduğunu savunmak tuhaflığına saplanırlar.
Bunu öne sürenler, Türkçe’yi Bulgarca ile aynı kalıba soktuklarının farkında değillerdir.
Ulusal diller, belli ülkelerde konuşulan, dar kalıplara sıkışmış sınırları olan dillerdir.
Türkçe ise bir imparatorluk dilidir.
İmparatorluklar büyük devletlerdir.
Büyük devletleri ise büyük uluslar kurabilirler.
Türkçe işte böyle büyük bir ulusun kurduğu büyük devletlerin dilidir.
Atalarımız yeni toprakları alarak vatan sınırlarına kattıklarında, orada yaşayan insanların dillerindeki kelimelerin de bazılarını Türkçe’ye katmışlardır.
Anatolia’yı Anadolu , Gallipoli’yi Gelibolu, Cıharşembih’i Çarşamba, Pencüşembih’i Perşembe yapmak ince zeka gerektirir.
Guşe’yi köşe yaptıktan sonra, köşe taşı, köşe başı, köşe dönme, köşe kapmaca gibi yeni kelimeler üretmek de önemli başarıdır.
Farsça “çiçek” anlamıma gelen “gül” kelimesini Türkçe’ye aldıktan sonra Gülten, Gülhan, Gülcan, gül deste, Gülseren, Gülveren, Gülderen, Gülbahar, Güleser, Gülfem, Gülcihan, Gülfidan gibi yüzlerce kelime türetmek dilimizin bir başka zenginliğidir.
Arapça, Farsça, Rusça, İtalyanca, Fransızca, Moğolca, Çince, Rumca’dan dilimize yerleşmiş 15 binden fazla kelime vardır.
Bunların varlığı Türkçe’nin zenginliğidir.
Türkçe’nin güzelliği ve akıcılığı ise Anadolu’dan gelir.
İstanbul Türkçe’sinin “en iyi” olduğu konusu sadece bir saplantıdır.
Fatih II Mehmet Kostantinopolis’i aldığında orada Türk mü vardı ki “İstanbul Türkçe’sinden” söz ediliyor.
Kent Bizans’tan alındıktan sonra Anadolu’nun her yerinden getirilen Türk’ler çeşitli semtlere yerleştirilerek Kostantinopolis’in Türkleşmesi sağlanmıştır.
Bugün İstanbul’da konuşulan Türkçe, o günlerde Anadolu’dan göç ettirilerek kente yerleştirilen insanların konuştukları dildir.
“Bana kara diyen dilber gözlerin kara değil mi” diyen Karacaoğlan ;
“Ben yitirdim, ben ararım yar benimdir kime ne
kah giderim öz bağıma gül dererim kime “ diyen Kul Nesimi ;
“Hey ne yaman inilersin, benim derdim yenilersin” diyen Yunus;
İstanbullu değillerdi.
Manilerde ise Anadolu’nun duru ve akıcı zengin Türkçe’si daha iyi görülür.
“Eş kır atım meydan bizim
Yardan haber geldi bugün
Yüklenmişken gam yükünü
Saza ceylan geldi bugün “
*
“Kaşların katar katar
Kirpiklerin ok atar
Yanağın dükkan açmış
Dudakların bal satar”
Maniler İstanbul katiplerinden değil Anadolu halkından çıkmıştır.
Türkçe’yi tanımak ve kavramak isteyen Karacoğlan, Yunus Emre, Köroğlu, Kul Nesimi okumalı ve Kilisli Rıfat Bilge’nin 1800 maniyi topladığı kitabına göz atmalıdır.
|