Aymazlıklarla, bağnazlıklarla, sapkınlıklarla eskittiğimiz bir yılı daha geride bırakarak umut beslenen yeni bir yılın eşiğinde-kapısındayız. 623 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürge durumuna düşürdüğü ülkemiz, her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, uygarlık ve çağdaşlığı kapsayan Türkiye Aydınlanması’nı amaçlayarak girişilen Ulusal Kurtuluş Savaşı ile cumhuriyete kavuşmuşken, tüm ülke baştanbaşa bir fabrika, bir okul gibi dünya uluslararası arasındaki onurlu yerini almışken, özellikle 1950’den sonra inanç sömürüsü ve ilkelerde verilen ödünlerle bugünün karanlığına sürüklenmiştir. Yönetimin zayıflığı, beceriksizliği Sevr’in öcünü almak, Lozan’ı geçersiz kılmak isteyen Batılılara ekonomi başta olmak üzere kimi olanaklar vermiş, çelişkili davranışlar, aykırı işlemler, sakıncalı söylemlerle Türkiye Cumhuriyeti kuşatılma ve çökertilme tehlikeleriyle karşı karşıya gelmiştir. Lâik cumhuriyet karşıtlarının yönetimi ele geçirmesinin sorumlusu sözde aydınlar, sözde yurtseverlerdir. Silâhlı Kuvvetleriyle, yargısıyla, üniversitesiyle kavgalı bir iktidarın neden olduğu durumlar eğitimden ekonomiye, siyasetten sanata, çalışandan emekliye, gençlerden yaşlılara ortadadır. Toplumsal barış bozulmuş, kimlik tartışmaları, ırkçı kalkışmalar, inanç ayrımlarıyla bölünme ve parçalanma oyunları birbirine eklenmiştir. Terör kentleri yangın yerine, savaş alanına çevirmiş, eğitimdeki boşluk ve bozukluklardan kaynaklanan çözülmeler inanç sömürüsüyle geleceği karartan boyutlara varmıştır.
Yurdun kurtuluş, demokrasiyi amaçlayan cumhuriyetin kuruluş felsefesi yadsındığı gibi varlıklar ve kaynaklar yabancılara peşkeş çekilerek gereksiz özelleştirmelerle değerlerimiz, devletin ilkeleriyle bile kıyıma uğramıştır. Demokrasinin vazgeçilmez öğelerinden siyasi partilerden kimi devlet-anayasa suçlusu olmanın ezikliğini duyarak hukuk sınırları içine çekilecek yerde terörle ilişkilerini sürdürerek devlete meydan okumaktadır. Gerekli, yararlı anayasa değişiklikleriyle boşluklar giderilip sakıncalı durum ve tutumlar önlenecek yerde siyasal azgınlıkları, devleti yıkma, ulusu bölme çabalarına olanak verecek parti kapatmama düşünceleri açıklanmaktadır. Hukuk ayaklar altındadır, yargı bağımsızlığı yaralıdır.
Gerici medyanın aydınların öldürülmesine neden olan hedef gösterme yayınlarına karşı ilgisiz kalan kimi yöneticiler şimdi demokratik eleştirilerden korkarak kendilerinin hedef gösterildiği yakınmalarına başlamışlardır. Üst kurullarının yandaşlığı, kimi yöneticilerinin abuk sabuk söylemleri, ayrıcalık, kayırma, partizanlık, kadrolaşma sürerken, Rum Patriği ülkeyi yurt dışında karalarken Yunanistan’ın açık desteği karşıtlığın kin durumunu ortaya koyuyor. Kıbrıs ve Ege sorunları olduğu yerde duruyor.
Tekel işçilerinin demokratik tepkilerinin orantısız güç kullanılarak engellenmeye çalışılması iktidarın demokratik yapısındaki çarpıklığı, demokrasi anlayışındaki ilkelliği gösteriyor. İçeriği belirsiz, ucu açık sözde açılım çabaları kapsamında İçişleri Bakanı’nın Irak (Bağdat-Erbil) gezisi sonundaki açıklamalarına “İnşallah!” demek gerekiyor. Başbakanın “Milletimiz tahriklere gelmesin!” sözü PKK’nın amacını hâlâ kavrayamadıklarını, ABD desteğini ciddiye almadıklarını anlatıyor. İmralı konuğuna yeni sunumlar onun durumunu pekiştiriyor. Kapatılan partinin önceden kurulan yedek partiyle aynı yolu izlemesi sorumluları uyarıyor. “Sine-i millet”ten söz edenlerin, “Cezaevine gireriz, Meclis’e girmeyiz” diyenlerin Apo’nun buyruğuyla nasıl dönüş yaptıkları izleniyor. Habur ve Kandil’den gelenler gibi eski DTP’li yeni BDP’lilerin kahraman gibi karşılanmalarının sorumlusu siyasal iktidardır. Ortaçağ partilerinden ayırdedilmesi giderek güçleşen siyasal kuruluşların Türkiye’mize kazandıracakları bir şey yoktur. Gölge etmeleri olmasın yeter. İçişleri Bakanı’nın 13.12.2009’da Ahmet Türk’ü çağırarak “Geçmiş olsun!” dediğini anlatmasına inanılırsa bu bir nezaket yaklaşımı olmaktan ötede bir zayıflık belirtisidir. Kaldıki Irak gezisi ile İmralı konuğunun durumunun görüşüldüğü sanılmaktadır.
Kararsız ve kuralsız dinlemelerden yakınan Yargıtay 1. Başkanı’nı Silâhlı Kuvvetlere saldıranları kınayan Genelkurmay Başkanı’nın yakınması izledi. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” ya da “Yarası olan gocunur” deyişlerini anımsatan üstü kapalı değinmelerine karşın azgınlıkların sürmesi iktidar güvencesinin gerçekliğine dayanmaktadır. Deniz öğretmen yarbay Tatar’ın intiharı da önceki intiharlar gibi bilinmezler sarmalındadır. Medyanın yandaş kesiminin Silâhlı Kuvvetlere saldırıları, Ergenekon soruşturma ve kovuşturması yakınmalarına yanıt biçiminde gündeme getirilmektedir. Silâhlı Kuvvetlerini korumak şöyle dursun Silâhlı Kuvvetlerine karşıtlığını belirgin kılmak isteyen bir iktidar olur mu? Özellikle cumhuriyetin kurucusu Türk Silâhlı Kuvvetleri söz konusu olunca. Acaba iktidar ve yandaşlarının karşıtlığı cumhuriyet nedeniyle midir? Silâhlı Kuvvetlerin rahatsızlığı önemli bir sorun olarak ele alınmalıdır. Yakınmalara ilgisizlik, umursamazlık ve suskunluk bağışlanamaz. Cumhuriyetin koltuklarında karşıtlarının oturması bu çelişkilerin içyüzünü açıklamaktadır. İktidar, Papa’yı bile uyaramamakta, Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenlik savına etkin yanıt verememektedir. ABD’yi kızdırmamak için katlanılanlar bir gün elbet açığa çıkacak, açıklanacak, sorumlularından sorulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan Papa’ya yabancıların ilgisi, Papa’nın sorumsuz davranışları, iktidarın gevşekliğine bağlanabilir. Papa’nın İstanbul için “vatanımız” sözüyle Konstantinopol’u amaçladığı anlaşılmaktadır.
Kürtçülerin amaçlarına ulaşmak için her yolu denedikleri gün geçtikçe daha iyi belli oluyor. İktidar tehlikeli dönemeçleri önleyecek yerde onlara yol açıyor. Verilen hiçbir ödün onları ayrı devlet, ayrı toprak amaçlarından vazgeçirecek değildir. Ama atılan ayrılık tohumları, iktidarın kendi içindeki kürt kökenlileri durdurmak ve susturmak için izlediği ödüncü siyaset Türkiye’nin başına çok işler açacaktır. Yazımızın başından beri değinmeğe çalıştığımız aykırılıklar dururken, Anayasa ve yasalarda Türkiye gerçeklerine uygun çözümler ve düzenlemeler yapılmazken, hukuk evrensel ilkeleri gözardı edilirken, tek parti hevesi ve dikta özlemiyle salonları ve kürsüleri doldurarak halka sırt çevirmek hiçbir sonuç sağlamaz. Ulusal yapı, tekil devlet, Atatürk ilkelerine dayanan cumhuriyet, adalet, ahlâk, bilim gözardı edilerek ayakta durmak olanaksızdır. Batının karşıtlığı, kıskançlığı ve korkularıyla yüreklenip desteklenen işbirlikçimler, çıkarcılar, ayrılıkçı ve bölücüler bu nedenle azmışlardır. Ödünlerle yangına körükle gidilmektedir. Gerçek bir demokratik ve insanlık açılımı, içtenlikli bir kardeşlik ve dostluk ulus yapısı içinde böyle olmaz. Bir kesim gözetilerek adım atılmaz. Tüm ulus için tüm yurttaşlar için hiçbir ayrım gözetmeden haklar ve özgürlükler ve yükümlülükler insancıl anlayışla, hukuk içinde güvenceye bağlanır.
Bozulmadık, oynanmadık bir şey kalmadı. Daimî Tekel işçilerini işten çıkarmak kurallara aykırı olduğu gibi daha az ücretle çalışma zorunda bırakmak da insafsız bir tutumdur. Neler gitti.. Tekel de gidecek. Bir gün hepsi için yas tutulacak...
Kitaplar
Kocaeli Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Atıf Ural’ın “Bugünün Türkiyesi-Yapmamız Gerekenler” ile “Bilgi ve Bilim Çağında Eğitimin Önemi, Yapılması Gerekenler, Türkiye ve Üniversiteler” adlı kitapları ile Aslan Kılıç’ın “Tarihsel Süreçte Türklük ve Alevilik” adlı kitabı okurlara salık verilecek içeriktedir. Konularında yararlı bilgiler veren bu yapıtlar toplumsal sorunlar için düşüncelerimizi aydınlatmaktadır.
|