Anayasa nedir önce onun üzerinde duralım. Anayasalar benim tanımımla ulusal yaşam andıdır. Bir ulusun devlet biçiminde örgütlenmesinde kendi kendine yaşamı nasıl yürüteceğine ilişkin söz vermesidir. Ve kendi sözünü tutmasının da temel belgesidir.
Biz buna uzlaşma belgesi diyoruz. Toplumsal uzlaşma belgesi diyoruz. Devletin yapılanma projesi diyoruz. Değişik adlar vererek Anayasayı nitelendirmek her zaman çok olanaklıdır.
Ancak Türkiye’nin Anayasal rejime nasıl girdiğinin üzerinde durmamız gerekiyor. Biliyorsunuz 623 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kanuni’nin çıkardığı kanunnamelerle Fatih’in çıkardığı kanunnamelerden başka devlet yaşamını düzenleyen bir metin yoktu. Bunlar da yeterli değildi. İlk kez 1808’de II. Mahmut döneminde Sened-i İttifak imzalandı. Daha sonra 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı, 1865’de Ferman-ı Adalet gündeme geldi. Adaletli çalışmanın koşulları hakkında düzenleme yapıldı. Sonra 1876 Kanuni Esasi, 119 maddelik metin, gündeme geldi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Mondros mütarekesinden sonra İstanbul’a gelip de boğazda yabancı gemileri görünce “Geldikleri gibi giderler” diyen Mustafa Kemal’in Amasya genelgesiyle Anadolu’da ihtilalin bayrağını açması, bu genelgenin üçüncü tümcesinde “Bu milletinin istiklalini yine bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek millet kurumunu ve sözcüğünü gündeme getirmesi, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle birbirini izleyen güçlü atılımlar oldu.
Bunun sonucunda 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal hiçbir dayatma olmadan sadece kendiliğinden nasıl Amasya Genelgesi’nin her sözcüğünü kendisi yazmışsa, kongreleri toplamışsa, meclisi açmışsa, cumhuriyeti de o gündeme getirdi.
Tabii cumhuriyet Mustafa Kemal’in meclis başkanlığına seçilip 4 kez TBMM ordularının komutanı olarak zafere taşımasından sonra Türkiye’yi 1 Kasım 1922’de 308 nolu meclis kararıyla önce saltanat kaldırıldı.
Daha sonra 24 Temmuz 1923’de Lozan Barış Antlaşması imzalandı M. Kemal’in İnönü’ye armağan ettiği kalemle. Ondan sonra da cumhuriyet gündeme geldi. Cumhuriyeti gündeme getiren Anayasa değişikliği 20 Ocak 1921 günlü 85 nolu İlk Meclis Anayasasının 29 Ekim 1923’de yapılan 364 nolu kanunla değişikliği sonucu olmuştur. Bu değişiklikle cumhuriyet ilan edildi.
1921 Anayasası
Ama ilk Anayasamız 1924’de ilan edilmesine rağmen bu Anayasanın temelini oluşturan temel yapı 1921’in İlk Meclis Anayasasıdır. Bugünün diline aktararak size iletmek isterim, ne diyordu birinci maddesi “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusun olup ulus kendi kendini yönetir. İdare biçimi böyledir ve kendi geleceğini belirler.” Bu bugün bile düşünmesi çok güç olan çok güzel tümcelerle açığa vurulan bir istenci gösteriyor.
İşte asıl laiklik, asıl cumhuriyet 1921’in bu meclisin ilk düzenlemesiyle gündeme gelmiştir. Daha sonra bugüne gelmek için bu bilgilerinizi yenilemek istiyorum. 1923’de cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesi korundu. Meclis hükümetinden parlamenter sisteme geçildi. Ama oraya bir şey ilave edildi 2. maddeye. Çünkü 6 maddelik bir değişiklikle cumhuriyet ilan edilmişti, “Devletin dini İslam’dır” kuralı konuldu. Devletin dininin olmayacağı biline biline Mustafa Kemal’in bunu Anayasaya koymasının tek nedeni cumhuriyet dinsizliktir diye gerici kesimlerin bir araya gelip cumhuriyetin varlığına kastetmelerini önlemekti. Bunda da başarılı oldu.
Peşinden 3 Mart 1923’te bakınız çok kısa bir süre sonra 6 ay bile geçmeden, 429, 430, 431 nolu yasalar gündeme geldi. Neydi bunlar? Şeria ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin kaldırılması Genelkurmay Başkanlığı’nın oluşturulması, 3 tür sivil okuldan bir tür sivil okula geçip hepsinin eğitim kurumlarının gözetim ve denetiminin Milli Eğitim Bakanlığına bırakılmasına ilişkin Tevhid-i Tedrisat özgün adlı Öğrenim Birliği Yasası ve 431 nolu 3. yasada hep o günün 50’den fazla imzalı milletvekillerinin önergesiyle gündeme gelmiştir. Hilafetin dışlanmasıyla Hanedanın yurtdışına sürülmesi yasalarıydı.
1924 Anayasası
Bunlar 3 Mart 1924’te oldu ama dikkatinizi çekmek isterim ilk Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bundan bir buçuk ay kadar sonra 20 Nisan 1924’de 491 nolu yasayla gündeme geldi. Bu yasada “Devletin dini İslam’dır” kuralı korundu. Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927’de hem Cumhurbaşkanı hem Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olarak Cumhuriyet Halk Partisi 2. Büyük Kurultayı konuşmasında “Devletin dininin olmayacağını biliyorum ama olacağını söylemiştim bu benim içimde bir ukdedir, gün gelir bu da çıkarılır.” demişti. Bundan çok kısa bir süre sonra 10 Nisan 1928’deki Anayasa değişikliğiyle Anayasadan dinle ilgili kurallar çıkarıldı, yasalardan da çıkarıldı yemin dahil olmak üzere.
Şimdi o güne kadar 1924 Anayasasının gündeme getirdiği parlamenter sistemde egemenlik bağsız koşulsuz deyin, kayıtsız şartsız deyin, eski dilde bila kaydu şart derler, millete ait olduğu bildirilmekle birlikte yasaların Anayasa uygunluğunun denetimi olmadığından yargısal alandaki beklentiler bir özlemden ileri gidememişti.
Neden? Yapılan devrimlerle Anayasa kurallarının çatışması kaçınılmazdı. Oysa Devrim Yasalarının diğer yasalardan daha üstün olduğuna işaret eden Mustafa Kemal kendi varlığıyla bu Anayasanın güvencesi olduğu için kimse daha fazlasına gerek duymadı. O güne kadar yani 1924 Anayasası döneminde “vazifeyi teşrii” diye yasama organı, “vazifeyi icraya” diye yürütme organı nitelendirilirken yargı gücünün adı “kuvvei kaza” olarak 1924 Anayasasında yer almıştır.
Hâkimlerin bağımsızlığı belirtilirken 1876’dan daha ileri giden düzenlemeler maalesef yok. Bir tek 102. maddesinde cumhuriyetin değişmezliğinin önerilemeyeceği kuralı vardı. Ama Atatürk onun güvencesi olduğu için biz 1950 yılında demokrasiye geçişten sonra 1960 yılına kadar bu Anayasayla idare edildik.
Anayasalar devletin sorumluluklarını yükümlülüklerini gündeme getirirken yurttaşların hak ve özgürlerini güvenceye bağlayan metinlerdir. Daha çok bunlara yer vermesi gerekir. Bu nedenle de son yıllarda biliyorsunuz uzun Anayasa kısa Anayasa diye kimi tartışmalar olmaktadır. Ama ben açık söylüyorum 1980 olayından sonra Türkiye giderek hukuksal yönden karanlığa adım atmıştır, aydınlıktan uzaklaşmıştır.
1924 Anayasasından 1961 Anayasasına
Şimdi demek ki bizim ilk TC Anayasamız 1924 Anayasasıydı bunu 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 1961’de yürürlüğe giren 334 nolu Anayasa izledi daha sonra da 1982 Anayasası 2709 no ile gündeme geldi. Değerli dinleyenler 1924 Anayasası demin dediğim yapısıyla ve Atatürk güvencesiyle bizleri 1960’lara kadar taşıdı.
Bakın 1876 Anayasası demin anlattığım gibi 1877’de yürürlükten kalktı 1908’de Meşrutiyet yeniden ilan edildi. Bu Anayasa yedi kere değişti. 1924 Anayasası 1961’e kadar 5 kere değişti. 1961 Anayasası 1982’ye kadar 7 kere değişti. 1982 Anayasası bugüne kadar 16 kez değişti. 1924 Anayasasında egemenliğin ulusa ait olma koşulu 1921 Anayasasıyla gündeme getirilen bir müjde olarak ulusa tattırılan oluşumun habercisiydi. Ama 1924 Anayasasına göre egemenliğin yegane tecelligahı TBMM’ydi. 1961 Anayasası büyük bir atılımla bana göre dünyanın 3-4 güzel Anayasasından biridir. Dedi ki egemenlik kayıtsız şartsız ulusun olmakla birlikte yetkili organların eliyle kullanılır. Bu nedenle yasama, yürütme ve yargı kendi alanlarında Anayasal dayanaklarını buldular kendi alanlarında ulus adına egemenliği kullanan güçler olarak gündeme geldiler. Biz buna erkler diyoruz. Ve Jan Jacques Rousseau’nun Fransız Devriminden sonra yaşama geçirilen kuvvetler ayrılığı ilkesi de Türkiye’de 1924 Anayasasında öngörülmekle birlikte asıl gücünü 1961 Anayasasıyla buldu.
1982 Anayasası
1982 Anayasası 1980 askeri harekâtının sonrasında kabul edildi. Bana göre 1982 Anayasası 1961 Anayasasının kötü bir portresidir. Bir kez özgürlükler kısıtlanmıştır. Bireysel özgürlükler ve azlıkların (azınlığın demiyorum) hak ve özgürlüklerin güvenceye bağlanması yerine devlet gücüne ağırlık konmuştur. Yetmemiştir yürütme organının görev almaktan ziyade yetkilendirilmesi adı verilmiştir 82 Anayasasında.
Ama en kötü yanlarının bulunmasına karşın iyi yanları da var tabii. Özellikle 1.yle 12. maddeye kadar olan maddeler egemenliğin dağıtımı, kullanımı, yasama, yürütme, ve yargı organlarının görev alanlarının belirtilmesi, başlangıcında güçler ayrılığının vurgulanması, Atatürk milliyetçiliği, bağımsızlık, özgürlük gibi güzel anlatımlar var.
Ve 1982 Anayasasının en beğendiğim yanı 4. maddesidir. 1924 Anayasası, 1961 Anayasasının 9. maddesi diyordu ki Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet biçimi olarak konulan özelliği asla değiştirilemez. Başka bir şey yoktu. Yalnız cumhuriyetin biçimi vardı. Ama 1982 Anayasasının iyi yanı 4. maddesiyle yalnız cumhuriyetin bir ad olarak, yapı olarak değil devlet biçiminin, 2. maddesinin laikliğin, sosyal hukuk devletinin, 3. maddesindeki Türk bayrağının, İstiklal Marşı’nın, Ankara’nın başkent oluşunun da değiştirilmesinin önerilmezliğini getirdi. Bu bakımdan yalnız 4. maddesi bana göre bunu 1961 Anayasasının 9. maddesinden daha kapsamlı bir kucaklama olduğunu gündeme getiriyor.
Peki, şimdi yapılmakta olan ne? Bunu açıkça söylemek gerekiyor. Yargı Reformu adı altında, demokrasiyi genişletmek adı altında ya da Avrupa Birliği’ne uyum adı altında bugünkü iktidarın savunduğu atılımların hiçbirisinin gerçeklikle ilgileri yok.
Bakın ne dedim 16 kez değişiklik yapıldı. Bundan önce 15 kez yapılan değişikliğin (içinizde yaşı elverişli olanlar için söylüyorum) 1982’den bu yana neyiniz değişti? Kişisel olarak bir kazanımımız, aile yapımız olarak bir kazanımımız, yaşamımızda bir kolaylığımız, yaşam güçlüklerini ve sorunlarını ortadan giderecek bir kolaylığımız oldu mu? Olmadı. Hepsi aldatmaca ve kandırmacadan bir milim bile öne geçmiyor.
Zaten yine ben (yanlış anlamayın övünmeyi sevmem, öğüt vermeyi de sevmem örnek olmayı severim yeğlerim) 1982 Anayasasının yargı bölümünü daha taslak halindeyken 32 makaleyle eleştirmiştim Barış gazetesinde ve Yargı’da. İsteyenler bulabilir. Şimdi o zamandan beri söylediklerimizi 8 senedir iktidarda bulunan AKP bugünlerde ancak hatırlamış gibi yaşama geçirmeye çalışıyor.
AKP'nin yargıya kıskacı
Bunların amacı ne biliyor musunuz? Partilerin kapatılması önleyerek kendi varlıklarını güvenceye bağlamak. O kaldı. Anayasa Mahkemesinin zaten bana göre yarı yarıya değişmiş olan yapısını tümüyle değiştirerek kendilerine bağlayarak alacakları kararların bozulmamasıni sağlamak ve bir de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu daha kötü duruma getirip yapacakları zulmün, kötülüklerin, yolsuzlukların, bozuklukların, boşlukların hepsinin açıkta kalmasını sorumsuzluğun sürüp gitmesini sağlamaktan ibarettir.
Bunlar dokun maddeleridir, süs maddeleridir. Ben hep örnek olarak veririm. Mustafa Kemal 1925’de Doğu depreminde Elbistan’a gittiğinde vatandaşın birine soruyor “Nasıl gidiyor cumhuriyet” diyor. Köylünün cevabı “Padişahımız sağolsun” deyince Mustafa Kemal dönüp Valiye diyor ki “Önce cumhuriyetin ilan edildiğini anlatmalı.”
Toplumsal düzeyimizi biliyoruz, okuma yazma oranımızı biliyoruz, siyasal düzeyimizi biliyoruz, kültürel düzeyimizi biliyoruz, bu toplumun hangi zamanında toptan kendisine götürdüğünüz Anayasa değişikliğini bilinçli olarak oylayacaktır.
Elmayla armudun birbirleriyle toplanmadığını hepimiz biliyoruz. İlkokulda bize ilk kez bunu öğretiyorlardı. 3 elmayla 2 armut ne yapar deyince 5 cevabını öğretmenlerimiz beğenmiyordu. Elmayla armut toplanmaz diyordu.
Peki Anayasanın Anayasa Mahkemesi de, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun oylanan maddelerinin yanında bunlara tümüyle ters düşen öbür maddelerini getirip de ikisini birlikte oylayalım derseniz siyahla beyazı yan yana getirmiş olursunuz. Geceyle gündüzün bir araya gelmeyeceği gibi bu maddelerin birlikte oylanması asla doğru olmaz.
Şimdi yapmak istedikleri oyun bu. Bunu iyice tahlil etmek gerekiyor. Yargı dediğiniz güç Mustafa Kemal’in 1920’de söylediği güzel bir sözde daha iyi anlaşılır: “Bir devlet Anayasasında egemenliğin ilk koşul olduğu ulusa ait bulunduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Yargı hakkı bu egemenliğe bağlı olarak ulusların en temel hakkıdır. Yargısının bağımsız olmadığı ulusların devlet haline gelmesini hiç kimse ciddiye almaz.” O halde yargı bağımsızlığı adaletli yargılama hakkının halka tanınmasıyla onların hak arama özgürlükleri kapsamında yaptığı uğraşlarda umutla koşmalarını sağlayacaktır, bir güven içinde olmalarını sağlayacaktır.
Yargıçların, satılık yargıçların, kiralanmış yargıçların yandaş oldukları bir ülkede, yargıçların hakemliği yapamadığı bir ülkede kim hangi hakkını kendisine tanınacağı içini aydınlatacağı dışını güvenceye bağlayacağı inancında olabilir. Hiç kimse olamaz.
İşte son günlerde Ergenekon Silivri soruşturmalarıyla Erzurum soruşturmalarının gündeme getirdiği yakınmalar ortaya koyuyor ki halkımız yargıdan büyük umutlar beklemektedir. Yargıdaki en küçük çarpıklık ve sapma halkımızı derinden üzmektedir. İşte gerçekte yanlış söylüyorlar. Utanmadan da bunu yanlış söylüyorlar. Diyor ki bugünün başbakanı artık hukukçuların üstünlüğü değil hukukun üstünlüğü peşinde koşuyoruz. Ulusumun verdiği görevi Anayasa Mahkemesinde yaptım 20 yıla kadar, hiçbir zaman hukukçuların bir vatandaştan üstün olduğunu düşünmedik ve savunmadık.
Hukuk herkesin üstündedir
Hukuk herkesin üstündedir. Hukukçular halkına hukuk yolunu izlemekte yardımcı olan katkıda bulunan görevlilerdir. Başbakanın hukukçuların üstünlüğü dediği bugünlerde aslında dayatmaya çalıştıkları şey iktidarların üstünlüğüdür. Hatta bana sorarsınız AKP’nin değil bizzat Tayyip Erdoğan’ın üstünlüğü çabasıdır. Herkes bunu görüyor.
Mustafa Kemal 1922’de savaşı kazanıp meclis kürsüsünden başkomutan olarak “Zaferi kazandık emanetinizi iade ediyorum.” diyerek ayrılıp Meclis Başkanlığını yürütürken ilk kez 14 Ocak 1923’te Eskişehir’den başlayan bir geziye çıktı. 16 Ocak 1923’te İzmir Basın Konferansını yaptı. 7 Şubatta Balıkesir Paşa Camii’nde hutbeye çıktı. Daha önce 29 Ocakta annesinin mezarı başında ulusal egemenliği savundu. Peşinden de İzmir İktisat Kongresine katıldı. Orada güzel bir konuşma yaptı 17 Şubatta.
O sırada mecliste 6 milletvekili öncülüğünde broşür bastırıp dağıttılar Mustafa Kemal halife, padişah olsun diye. Mustafa Kemal elinin tersiyle itti. Ama şimdi bakın padişahlığa halifeliğe özenen o kadar çok adam var ki. Bugün de yüz yıl sonra bunu düşünen insanların varlığı toplumumuzu düzeyi konusunda insanı acı acı düşündürüyor. Biz bu günlere mi geldik.
Dünyadaki örneklerine bakın. Mustafa Kemal dönemindeki Stalin gitti, Hitler gitti, Mussolini gitti, Franco gitti, Salazar gitti, Fransa’daki Vichy Hükümeti gitti. Ama bütün Müslüman çoğunluklu ülkelerde, 53 ya da 54’tür, çoğu diktatörlük halinde çırpınırken hâlâ o büyük adam bize emanet ettiği cumhuriyetin, demokrasinin kırıntılarında bile olsa onlardan daha özgür daha mutlu yaşıyoruz. Öyle ki Müslümanlığı bile bizden daha iyi yaşayan yok.
Bundan 12 sene önce bir gecede 700 bin kişinin başını kestirdi Suudi Arabistan Kralı Mekke’deki kalkışmada biliyorsunuz. Oradaki Hazreti Muhammet’in mezarının bile alt üst edilmesini Mustafa Kemal önledi.
Eğer Çanakkale savaşlarında Mustafa Kemal zafer kazananların başında olmasaydı bugün Müslümanların yaşadığı kutsal toprakların hepsi Haçlıların elinde olacaktı. Utanmadan Mustafa Kemal’e dinsiz diyen kendisinin dindar olduğunu öne süren yalancıların egemenliğindeyiz şimdi.
Mahkemeleri bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır
O halde demek ki yargı bağımsızlığı hukuk devleti niteliğinin temelidir, kaynağıdır, dayanağıdır. Yargı bağımsızlığı gerçekte halkın yargılanma hakkının güvenceye bağlanması halkın yargı karşısındaki bağımsızlığıdır.
Burada, mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıç güvencesi gündeme gelir. Mahkemeleri bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır. Gidin şimdi en haklı olduğunuz bir konuda aranızda anlaşmazlık çıkan komşunuzla evladınızla, hani bizde miras kavgası yapan kardeşler çoktur onun gibi ,gidin bakalım yargıya, hâkimden kuşku duyuyorsanız aldığı karardan mutluluk duyabilecek misiniz, gece rahat uyuyabilecek misiniz? O bakımdan yargı organlarına dışarıdan yapılacak baskı ve etkiden daha çirkini, daha ağırı, daha kötüsü yargı organları içinde bu tür baskıya etkiye açık olan hukukçuların bulunmasıdır. Bu yüzden içeride sağlam durursanız yargıya hiç kimse bir şey yapamaz.
Bugün Yargıtay yakınmaları varsa yargı içindeki hukukçuların bozukluğudur açıkça söylüyorum. Onlar durmasını bilseler yargıda hiç kimse kötü sonuç alamaz hiçbir haksızlık olmaz. Ama dindarlıkla, mezhepçilikle, Şeriatçılıkla, siyasi yandaşlıkla görev yapanların halkın başına karanlıkları yağdırdıklarının bilincinde olmak zorundayız.
Bu bakımdan yargı bağımsızlığına çok önem veriyoruz. Yargı bağımsız olmazsa toplumsal barış olmaz, ulusal dayanışma olmaz. Toplumlar ve devletler çöker. İktidarın yapmak istediği bu.
Ne yaptılar, yürürlüğe giren 26 maddelik bir yasa getirdiler. Bunun iki maddesi yürürlükte olan idi. Diğer 24 maddesinin iki temel yönelişi var: Birisi Anayasa mahkemesi birisi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu.
Şimdi yine 1994’te AB İstişare Raporu var, daha sonra AB Bakanlar Komitesinin raporları var. Yalan söylemekten de sıkılmıyorlar. Adalet Bakanı bile bunları gerçek dışı biçimde savunuyor. AB diyor ki Türkiye’nin ilerleme raporlarında, Türkiye’deki yargı sorunun çözümlenmesi için bu kuruluşların yani yargı organlarını seçen kuruluşların, şimdiki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı organlarının oluşturulması gerekir diyor bir. İki, diyor ki, bunların yapılanmasında Adalet Bakanıyla Bakanlık Müsteşarını bu kuruldan çıkaracaksınız. AB bunu söylüyor.
Ama yine AB’nin Türkiye’den evlenen komisyon yetkilileri, eşbaşkanları utanmadan ikiyüzlülük yapıyor. Diyor ki efendim bugün AKP’nin gündeme getirdiği Anayasa değişikliği içerik olarak yerindedir, yöntemi yanlıştır. Kıvırmaya başladılar. Neden? AB’nin dayatmalarıyla ABD’nin baskılarına boyun eğen bugünün iktidarı onlara istediği her ödünü verdiğinden bu iktidarın yaptıkları başarıya ulaşırsa AB ve ABD daha çok rahat edip Türkiye’yi daha çok kullanacaklarından AKP ne getirirse ulus tarafından onanmasını istiyorlar.
Anayasa Mahkemesine katlanamıyorlar
Şimdi olay şu. Bir kez TC’nin yaşamında Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasasıyla gündeme geldi. Sorarsanız 1950-60 olaylarınınve tartışmalarının büyük nedeni DP iktidarının çoğunluk diktasına yönelmesiydi. Bugünkü durum bana göre onu da aşmış biçimde.
Şimdi o zaman yasaların demin anlattığım biçimde Anayasa uygunluğu denetimi yoktu. 1961 Anayasasıyla bu mahkeme kurulduğu zaman siyasetçilerin bir kısmı bu elbise bol geliyor efendim bu bize lükstür dediler. Hatta bu günlerde başka çabaları iyi olan cumhurbaşkanlığını çok iyi bulup başbakanlığını epey yanlış bulduğum Demirel ne dedi o zamanlar, “Hükümetin üzerinde Danıştay, meclisin üzerinde Anayasa mahkemesi olmaz.” Oysa hukuksal bağlamda Anayasa Mahkemelerini kabul eden devletler yasama organlarının üzerinde bir gücün varlığına katlanmak zorundadırlar.
1922’nin 18 Aralığında Ziya Gökalp o zaman başyazı yazıyordu Küçük Mecmua’da, şöyle bir yazı yazdı: “Türkiye’de de ABD’de olduğu gibi yasaların Anayasa uygunluğunu denetleyen bir yüksek mahkeme kurulmalıdır.” Ama demin anlattığım gibi Atatürk’ün güvencesi ve varlığı ve devrimlerin yerleşmesi zorunluluğu böyle bir yargı organını yaşama geçirmeye yeterli olmadı.
Atatürk ne demişti 4 Aralık 1923’te, cumhuriyetin kurulmasından 36 gün sonra, “Biz bu cumhuriyeti kanla kurduk.” çok doğruydu. Bugün tabii kan görmeyenlere, barut kokusu almayanlara, ateş altında kalmayanlara, karanlıkta yaşamayanlara, savaş tehlikesi bilmeyenlere her şey ucuz gelir. Anadolu’da “Bekâra karı boşaması kolaydır" diye bir söz vardır, onu anımsatıyor bu tutum. O tehlikelerin içinden gelip geçtik biz. Bize o tehlikeden uzak tutan İnönü’ye bile hayâsızca saldıranları görüp duyuyorsunuz, okuyorsunuz.
Ve Anayasa Mahkemesi 1961’deki varlığıyla 25 Nisan 1961 ilk toplantısını yaptı. Şimdi ne oluyor, 48 yıl oluyor. 48 yıllık mahkeme o zaman Anayasa Mahkemesi üyelerini korporatif dediğimiz bir düzen içerisine oraya üye gönderen kurumlar, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Askeri Yargıtay kendiliğinden seçiyordu. Doğrudan gönderiyorlardı. Yargıtay seçiyordu üyesini gönderiyordu. Adaylar arasından Cumhurbaşkanı seçsin diye bir şey yoktu.
1982 Anayasasını askerlerin bana göre hatalı duruşlarından birisidir kendilerine uygun bir yönetim biçimi sağlamak için her kurumun göstereceği 3 aday arasından Cumhurbaşkanı seçmesini getirdiler. Bir de oraya YÖK’ü tıkıştırdılar Doğramacı’nın çabalarıyla.
Biliyorsunuz YÖK Kanunu Anayasadan önce çıktı. Anayasa kanuna göre yapıldı. Kanun Anayasaya göre yapılmadı.
Bu bozukluğu getirdiler. Bunun sıkıntılarını yaşadık. Bugün bile ad vermeyi kişiliğime ve terbiyeme uygun bulmuyorum, Anayasa Mahkemesinin kimi üyelerinin kimler tarafından hangi görevle işbaşına getirildiklerini halkımız gayet iyi anlıyor. Zamanın Cumhurbaşkanları kendi kafalarına göre atama yapmaya başladılar. Anayasa Mahkemesi üyelerini Yargı seçmeli
Anayasa Mahkemesi üyelerini Yargı seçmeli
Bir çirkin örnek vereyim. Benim görevde olduğum zaman Yargıtay Başsavcılığına Vural Savaş seçilmişti. 4 yıllık görev süresinin dolmasına az bir zaman kala yasa gereğince Başsavcılık seçimi için Yargıtay yeniden Genel Kurul topladı. Gösterilen 5 aday arasında Vural Savaş yine birinci geldi. 10. Cumhurbaşkanı görevdeki Vural Savaş’ı seçmedi, Sabih Kanadoğlu’nu seçti. Bu ne demektir? Vural Savaş görevini iyi yapsaydı onu yeniden seçerdi. Görevi yapmadı demektir.
Benim burada verebileceğim tek anlam şu: Vural Savaş Refah Partisi’nin kapatılma davasını açtığı için Cumhurbaşkanı tarafından cezalandırılmıştır. Bunlar doğru işler değil.
Şimdi mesela 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bizden seçildi, üye olarak. Ahmet Necdet Sezer Yargıtay tarafından 2. sırada üye seçilmişti. Cumhurbaşkanı 1. sırada seçileni seçmedi Ahmet Necdet Sezer’i getirdi.
Bir örnek vereyim size değerli dinleyenler, 1992’de Danimarka Anayasa Mahkemesi Başkanı Türkiye’ye gelmişti. Sohbetimiz arasında dedi ki: “Danimarka Anayasa Mahkemesi 105 yıllık.” 1992’de 105 yılsa 18 yıl eklerseniz şimdi 123 yıllık oluyor mahkeme. “Bugüne kadar,” dedi “Anayasa mahkemesi bir üyelik boşaltsa biz dedi aday saptıyoruz. Çünkü Anayasa yargısında kimin yararlı olabileceğini bizden daha iyi bilen yoktur ülkede.” Peki, nasıl oluyor dedim. “Biz,” dedi “6 aday saptıyoruz boşalan yer için meclise gönderiyoruz meclis bunu 3’e indiriyor Krala gönderiyor. Kral 3’ün arasından 1’ini seçiyor. Bu hangi 1 biliyor musunuz?” dedi. Hangi bir dedim. “105 yıldır bizim seçtiğimiz birinci. Kralın bize saygısından güveninden.”
Şimdi ise Yargıtay birini seçiyor Cumhurbaşkanı başkasını seçiyor. Üniversite birini rektör seçiyor Cumhurbaşkanı başkasını atıyor.
Bunlar siyasetin kendi ağını örmek çabalarını örmek çabalarından başka hiçbir şey değil.
Anayasa Mahkemesini ve HSYK’yı bağımlı hale getiriyorlar
Şimdi ne yaptılar. Bunu büsbütün berbat ettiler. Anayasa MahkemesininüÜye sayısını 17’ye çıkardılar . 4 tanesini Cumhurbaşkanı seçecek doğrudan, 13 tanesini başka yerden atayacak. Meclisten gelecekler bunlar içinde, 3 kişi meclisten 4 de Cumhurbaşkanından 7. 10’u da Cumhurbaşkanının atamasına bırakılan başka kurumların seçtiği adaylar.
Dünyanın hiçbir yerinde temsil ettiği devletin üzerine aldığı yükümlülüğün tersine bir anlayışta olan iktidar olamaz. Bu iktidar bu devlete karşıdır. Laik cumhuriyete karşıdır. Anayasa Mahkemesinin kararı ortada.
Şimdi bunu düzeltmek yerine Anayasa Mahkemesinin cumhuriyete kastetmiş bir iktidarın pençesi altına atılması acaba doğru mudur? İkincisi Anayasa suçlusu bir iktidarın Anayasa değişikliğini gündeme getirmesi doğru değildir.
Demin dediğim gibi HSYK’da sanki yargıçlara olanaklar tanıyormuş gibi sayısını da arttırarak halkı aldatmanın bir anlamı yoktur. Niye Adalet Bakanı içinde duruyor? Sizi kandırıyorlar. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Adalet Bakanının içinde başında bulunduğu bir yargı organı yoktur. Tersini söylüyorlar. Broşür dağıttılar. Birisi bana göstersin falanca ülkede desin Adalet Bakanı yargı grubunun başında desin. Yok.
Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliklerini denetleyebilir mi?
O bakımdan hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız. Anayasa Mahkemesinin bu durumda yapacağı şeyleri millet merak ediyor.
Anayasa Mahkemesi bizde Anayasa değişikliklerini öz yönünden denetleyemez. Madde 148 açık. Anayasa değişikliklerini yalnız biçim yönünden denetler. Nedir bu biçim yönü? O da üç koşula bağlı. Bir, oy verme çoğunluğu Anayasa değişikliği meclise 184 imzayla getirilmiş mi? İki, görüşme yöntemi. İki kez mutlaka görüşülmüş mü? Üç, kabul çokluğu oyu. En az 330 oy almış mı? Bu iktidarın 337 oyu var. Nasıl olsa geçecek.
Anayasa değişiklikleri meclisten geçmeyecek diye hiçbir zaman ümide kapılmadım. Nasıl olsa geçecek dedim. Göreceksiniz. Hatta Anayasa Mahkemesi bunu onaylayabilir de.
Anayasa değişikliklerini yargıdan kaçırdılar demesinler diye böyle bir kamuflajla bunu gündeme getirdiler. Peki, Anayasa değişikliklerini kim öneriyor? Anayasa değişikliklerini siyasi partiler öneremiyor, Cumhurbaşkanı öneremiyor. Anayasa değişikliklerini yalnızca 110 milletvekili önerebiliyor.
İki Anayasa değişikliklerini kim dava edebiliyor? Siyasi partiler dava edemiyor. Yalnızca Cumhurbaşkanıyla 110 milletvekili edebiliyor.
Peki, yine Anayasanın 148 ya da 149. maddesine göre ezbere konuşuyorum Anayasanın biçimsel yönden değişikleri dava edildiği için bunlar da öncelikle incelenir. Şimdi bir dedikodu var diyorlar ki Anayasa mahkemesi başkanı bugüne kadar kullandığı oylarla bu iktidardan yana olduğunu belli eden birisidir. Bunu gündeme almaması mümkün müdür?
Bu biraz güç bir şey. Gündemine almamazlık edemez Anayasa Mahkemesi Başkanı. Bu sorumluluğu kolay kolay taşıyamaz. Başka yasalarda muhalefet şerhi vermek ya da demin size anlatmaya çalıştığım AKP’nin laiklik karşıtı eylemleri olduğu yargısına katılmamak o kadar kolay olabilir ama böyle ivedilik isteyen bir konuda savsaklama durumuna gelmek kolay kolay kotarılabilecek iş değildir.
Referandum 11 Mayıs 2011'den önce yapılamaz
Ancak burada önemli bir konu var onu ben gündeme getirdim. Profesör arkadaşlarla dün değil evvelki gün karşılaştık, konuştuk. Onlar da bunu hiç düşünmemişti, düşünseler olurdu. Şimdi biliyorsunuz Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulması Anayasanın yasalara bıraktığı bir yöntemle oluyor. Bu yasa da 23 Mayıs 1987 günlü 1376 nolu Anayasa değişikliklerinin halk oylamasına sunulması hakkında kanundur. Bu konunun ikinci maddesine göre Anayasa değişiklikleri resmi gazetede yayınlandıktan 120 gün sonraki ilk Pazar günü yapılabilir. Bunu ne yaptı AKP kendine özgü kendi kafasındaki biçimdeki devleti oluşturmak için hazırlıkları yürüttüklerinden Anayasa değişikliğinden evvel bu kanunu gündeme getirdiler biliyorsunuz.
Ne yaptılar 120 günü 45 güne indirmeye çalıştılar ama meclis 60 gün dedi. 120 günü gündemden kaldırdı. İçimizde Anayasacılar hukukçular Yargıtay üyesi arkadaşlar var benden iyi bilirler. Bir kanun bir önceki konulanı yürürlükten kaldırmış ise o kanun yeni gelen kanun yürürlüğe giriyor Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilse bile eski kanun yürürlüğe girmez. Şimdi 60 gün gündemde ve yürürlükte olduğuna göre bakınız 120 gün gündemde yok.
Bir yasa bir kuralı gündemden kaldırmışsa yeni yasa yürürlükte olup eski kural yürürlükten kalkar örneğin 60 gün gündeme gelen 120 gün yürürlükten kalktı. Yani yasalarda 120 diye bir süre bir zaman kalmadı arkadaşlar. Yok, artık 120 gün. 60 gün var. 60 günün aleyhine dava açılmadı. Dava süresi de geçti. Demek ki halkoyuna sunulması için yasaların uyulması gereken gün ve süre 60 gün. Ama yine Anayasanın 67. maddesinin son fıkrasında bir kural var diyor ki seçimlere ilişkin düzenlemeler bir yılı geçmeden uygulanamaz yüksek seçim kurulu ne yaptı. Baktı doğru bir karar verdi.
Dedi ki siz 60 günü bir sene geçmeden uygulayamazsanız. 120 günü uygulayın dedi. 298 sayılı kanunun ek 4. maddesini bunu iyi dinlemenizi rica ediyorum der ki yüksek seçim kurulu yasalarda ön görülen süreleri seçim işlemleri için uzatıp kısaltabilir. Yasada öngörülen 120 gün yok 60 gün var. O halde ne olacak 60 günün yürürlüğe gireceği 9 Mart 2011’i izleyen 60 gün sonra bana göre halk oylaması 9 Mayıs 2011’de olur. Evet, bunun öncesinde yapılacak halk oylaması Anayasa hukukuna aykırıdır. 2011’den önce halk oylaması olmaz. Eylül’de yaparak yanlış yapıyorlar.
Muhalefet referandumda ne yapacak?
MHP son Anayasa değişiklikleri tartışmalarında hükümeti suçluyor. Ama nasıl Cumhurbaşkanı seçiminde bize aday adaylarınızı gösterin demeden Abdullah Gül’e doğrudan oy verip iktidarı desteklemişlerse dikkat buyurun Anayasa mahkemesine verilen 115 imzalı dilekçede bir tek MHP’nin imzası yok. Yarın iktidarı başka türlü nasıl destekleyecekleri kuşkulu.
İki, CHP'nin içinde bulunduğu çalkantıyı görüyorsunuz. DSP için bir şey demiyorum onu da görüyorsunuz. Öbür taraftan Kürtçülerin hangi atılımlar içinde olduğunu neyin karşılığında ateşkes isteyeceklerini dünyaya açıkladılar. Apo’yu serbest bırakıp evine çıkaracaksınız, tutuklanan BDP’lileri serbest bırakacaksınız bizim hak ve özgürlüklerimizi güvence altına alacaksınız.
Hangi kürt kökenli yurttaşımız benden daha az hakları var bana söyler misiniz? Onlar mecliste biz dışarıdayız iste. Eğer eşitsizlik olmasaydı bunlar nasıl milletvekili olacaklardı? Bugün Halk Partisi başkanlığına gelen Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Tuncelili kürt asıllı alevi olduğu söyleniyor.
Mezhebi beni ilgilendirmez. Bir cumhuriyeti kuran partinin başkanlığına kürt kökenli yurttaş geliyorsa kürt kökenli yurttaşlarımız Cumhurbaşkanı meclis başkanı adalet bakanı Türkiye’de komutan olmuşlarsa vali olmuşlarsa daha ne istiyorlar.
Neyin nasıl olacağını bilmiyoruz. CHP’nin şapkası değişse bile gövdesinin ne tür kıvrıntılar içinde kıvrımlar içinde olacağını bugünden kestirmek kolay değil, biraz bekleyip görmek gerekiyor. Çünkü Deniz Baykal’ı kim götürmüşse Kemal Kılıçdaroğlu’nu da onlar getirdi.
Gönül istiyor ki bütün partiler başarılı olsunlar. Ama size bir tehlikeyi daha haber vereyim. Bakın meclisin Anayasa değişikliği kapsamında geri çevirdiği siyasal partilerin kapatılması konusu var. Şimdi arkadaşlarımızla ben 19 küsur yıllık süre içerisinde 25 partinin kapatılması davasında bulundum. 13'üne de imza attım. Hiçbirisine de pişmanlık duymadım. Neden?
Partiler seçim kazandıktan sonra mecliste buluştuktan sonra ilk yaptıkları iş kendilerinin kapatılması olasılıklarının yollarını tıkamaktır. Biliyorlar ki kendileri de Anayasanın yasaların dışına çıkacaklar başlarına kapatılma gelmesin diye işbirliği yapıp partilerin kapatılması kuralını güçleştiriliyorlar.
Şimdi son getirdikleri değişiklik parti kapatmalarını zorlaştırmaktı meclis bunu geri çevirdi. Neden? Dediler ki bunun altından kalkılamaz. İlerde falan filan yapan partiler kapatılmaktan kurtulurlar başımıza bela olurlar. Partilerinin kapatılmasına neden olan milletvekillerinin milletvekilliğinin düşmesini önlediler.
Bir olay anlatarak bitirmek istiyorum. Bir gün Turgut Özal mahkemeye gelmişti gezdiriyorduk. Geçerken toplantı salonuna çıktık sol tarafta toplantı salonu var. İki kapısı vardır onun. Bir tarafında toplantı salonu yazıyor diğerinde Yüce Divan Salonu yazıyordu. Bana döndü "Yekta Bey bu ne?" dedi. "Yüce Divan Salonu" dedim. "Bu tabela olmaz olmaz." dedi. "Seçimde millet cezasını verir, seçilmez,olur." dedi.
"İyi" dedim. "Seçilmeyeceğini bile bile yesin, içsin, küpünü doldursun, seçilmesin o güne kadar aldıkları onda kalsın, ne güzel iş öyle şey mi olur. Bu tabela duracak." Orda kaldı.
Şimdi bugünkü iktidar kendisini kurtarmak ve korumak için bu Anayasa değişikliğini getirdi. Biz bunlara alet olacak durumda insanlar değiliz. Soylu, namuslu, onurlu insanlar olarak bağımsızlığımıza ve özgürlüğümüze çok dikkat edeceğiz. İçinden çıktığımız karanlığı kaldırıp attığımız kirli giysileri düşünerek onları bir daha yaşamamak için kendi onurumuza sahip çıkarak bağımsızlığımızı özgürlüğümüzü korumak için bu Anayasa değişikliğine hayır demek zorundayız.
|