Nereye gidiyoruz diye düşünüyorum. Rotamız belli mi? Trafiğin keşmekeşliği arasında sıkıştım. Öyle bir sıkışma ki kontağı kapattım bekliyorum. Yan tarafımdaki arabanın şoförü bir kitap açtı okuyor. İşin kötü tarafı arabayı sürerken de kitap okuyor. Öndeki şoför aynadan beni dikizliyor, arkadaki araba da arada kornaya basıyor. Sanki orda durmaktan zevk alıyor muşum gibi. Ya da benim uçmamı bekliyor, artık aklından ne geçiyorsa.
Hava alaca karanlığa bürünürken bizler ayni yolda beş metre ilerlemiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Dalgın, düşüncelerimin içinde sanki boğulmuş gibiyim. Kafamda bin bir düşünce…
Yaz bitiyor hatta bitti. Halen yılın yükünü üstümden atamamanın yorgunluğunu yaşıyorum. Sadece ben mi? Benim gibi üstündeki kasveti atmaya çalışan ne çok insan var İstanbul’da. Rüzgarın sesi içeriye geliyor. Bu rüzgara bıraksak kendimizi hızlıca tıpkı rüzgar gibi sıkıntılar gider mi diye düşünüyorum.
Radyodaki son dakika haberini dinliyorum “ sekiz şehit”. Oysa eskiden son dakika haberleri yayın organlarında nadiren çıkardı. Gazeteler daha bir farklıydı. Ülkem daha farklıydı. Bir an şehit yakınlarını düşündüm. Ateş hangi yüreklere düşmüştü. Hangi hayatlar değişmişti. Her şehit haberinde yüreğim yara alıyor. Aslında her şehit haberinde omuzlarımız biraz daha çöküyor. Şehitleri duyunca kendi kendime ne gam ben trafikte beklemişim diyorum.
Öyle bir toplum ki gülmeyi unuttuk sanki çoğumuzun iki kaşı bir arada duruyor.
İki saat arabanın içinde beş metre daha ilerledim. Etrafımdaki devasa binaları seyrediyorum. İçinde yüzlerce insanın yaşadığı binalar ve yetmeyen yollar. Bir de bana kızıyorlar “arabanla niye gitmiyorsun?” diye. İstanbul’da yürümek bile beceri isterken. Düşünmek için vakit çok arabalar gitmiyor dakaldırımlar sanki çok mu güzel yamuk, kırık taşlar anlamsız çukurlar ve sanki yayalara tuzak kurmak için yapılmış gereksiz mantar taşlar. Yayaların çarpıp orasını burasını kırdığı mantar taşlar. İnsanın “hay bu taşları yapanın “diye küfredesi geliyor.
Evet, çok güzel köprüler yapıldı, şehirlerarasıotobanlar eskiyi düşününce çok güzel. Ama şehir içindeki yürüme yolları… Sanki yayalar düşünülmüyor gibi geliyor bana.
Kanada’da kaldırım taşlarını yapan firma her taşın üstüne firmasının damgasını basıyor ve öyle döşüyor. Zaman zamanda gelip yaptığı işi kontrol ediyor. Eğer oynayan taş varsa taşlardan çıkıntı yapan olmuşsa tamir ediyor ya da çıkıntıyı tıraşlıyor, kimse ayağı takılıp düşmesin ve firmaya tazminat davası açmasın diye. Bir yerde de yaya saygıyı gösteriyor bu davranış.
Ben Kadıköylüyüm. İstanbul’un en büyük ilçelerinden biri. Kaldırımda yürürken gözün yerde olmalı. Yoksa düşersin. Eğri büğrü taşlar, saçma sapan çukurlar. Bu yoldan geçen vapura giden yüzlerce yaya. Ama düzeltelim diyen yok. Senelerdir bu böyle.
Bütün bunları düşünürken altı saat gibi bir sürede evime ulaşıyorum. Oysa yolcum yurtdışındaki evine ulaşmış bile. İyi ki yağmur yağmadı diyorum. O zaman bu süre ne olurdu acaba?
İstanbul’da yaşamak zor. Araba kullanmak da zor. Velhasıl İstanbul zor şehir. İstanbul sevdası yaşayıp da gelemeyenler pişman ama İstanbul içinde yaşayanlar tüm güzelliğe rağmen bin pişman.
Sevgiyle kalın.
|