Durup dururken ayağım incindi, işlerimin hepsi aksadı, evde sanki hapis hayatı yaşıyorum, doktor on gün sonra sokağa çıkabileceğimi söyledi, gördünüz mü aksiliği. Evde tek başınayım ve markete gitmem gerekiyor. Binbir zorlukla giyindim. İyi ki asansör var. Aşağıya indim, caddeye çıkmak için bayağı zorlandım, meğerse ne çok basamak varmış burada, yeni fark ettim. Yavaş, yavaş yürüdüm,” Aman Allahım! “ bu kaldırımdan inmek ve karşı kaldırıma çıkmak nasıl yapacağım, hiç bunu hesaba katmamıştım. Oradan geçen birisinden yardım istedim beni zorla karşı kaldırıma çıkardı. Markette merdivenli offf, bastım küfürü bu kaldırımı yapana da bu merdiveni koyana da… Ayni zorlukla eve geldim. Benim için çok kötü bir gündü. Karar verdim, iyileşinceye kadar sokağa çıkmayacağım. Çok şükür sorunu çözmüştüm. Ya da çözdüğümü sanmıştım.
Arkadaşımın, yıllar önce evine gittiğimde küçücük çocuğunun zihinsel engelli olduğunu öğrendim, ara da bir çığlık atıyor ve hırçınlık yapıyordu. Ama çok güzel bir bebekti. Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü kocaman bir kız oldu, aldırmaya çalıştıkları eğitim, bölük pörçüktü. Neden mi? Tabii ki ekonomik nedenler. Şimdi;
Arkadaşım, kızıyla sokağa çıkabiliyor mu? Hayır, çünkü herkes onlara bakıyor, kız çığlık atıyor, yerden ne bulursa alıp ağzına atıyor. Oldukça da güçlü engel olunamıyor.
Arkadaşımın özel bir hayatı var mı? Hayır, onun yanından hiçbir zaman ayrılmaması gerekiyor.
Evine istediği eşyayı alabiliyor mu? Hayır, çünkü kız bulduğu her şeyi kırıyor, hatta koltukları bile. Onun için bütün eşyalar sabitlenmiş durumda.
Her şeye rağmen arkadaşım aldığı en küçük eşyayı bile, o bunu sever diye alıyor, o bunda rahat eder ya da o bunu kaldırıp atamaz, ağır diye alıyor. Dünyanın en iyi annesi, onunla gurur duyuyorum.
Ayni şekilde yurtdışında da yaşayan bir arkadaşım var. Onun da çocuğu özürlü, ama o bu kızdan daha şanslı bir özürlü mü demeliyim bilmiyorum. O bir bakımevinde, yüzme öğretiliyor, tertemiz bakılıyor, hafta sonu hemşire ile ailesini ziyarete getiriliyor. Hertürlü ihtiyacı devlet tarafından karşılanıyor. O arkadaşım da çocuğunu çok seviyor, çok iyi bir annelik yapıyor.
Bir genç arkadaşım vardı. Görme özürlü. İngilizce öğretmeni oldu. Her sabah beyaz bastonu ile gelirdi. Özel kâğıtları ve kalemiyle not alır, sonra da onları çalışırdı. Bir gün sohbet ederken arkadaşım bahçeden topladığı gülleri getirdi, masamda vazonun içine koydu. “Çok güzel koktu “ deyince “arkadaş bahçeden toplamış, renkleri de çok güzel” dedim. “Ne renk?” sorusuna “kırmızı, beyaz, pembe güller var” dedim. Bana gülümsedi “ renkleri biliyorum, ama hiç görmedim” cevabını verdi. Çünkü doğuştan özürlüydü. Bir an kendimi o kadar biçare hissettim ki gözlerimi sımsıkı kapattım. “ bu karanlığın içinde ona bu renkleri nasıl anlatabilirdim “ ve anlatamadım.
Eşref Armağan, doğuştan görme özürlü bir ressamdır. Kendisiyle tanıştığımız zaman, benim yüzümü ellerinin arasına aldı, sonra da karakalem portremi yaptı. O günü hiç unutamam.
Şimdi sizlere sormak istiyorum;
Siz hiç tekerlekli sandalye ye oturup bir markete gitmeyi denediniz mi?
Siz hiç kollarınızı bağlayıp, birilerinin sizi doyurmasını ya da giydirmesini beklediniz mi?
Siz hiç gözlerinizi bağlayıp annenizi görmeyi denediniz mi?
Siz hiç konuşamayıp şarkılar söylemek istediniz mi?
Siz hiç duymayıp kendi nikahınızda bulunmak istediniz mi?
Siz hiç engelli bir çocuğu olan annenin çaresizliğini hissettiniz mi?
Engelli olmak hayata zaten yüzde elli yenik başlamaktır. O yenilgiyi yüzde ona da indirmeye çalışmak önce devletin, sonra da bu toplumda yaşayanların görevidir.
Engel; elde, ayakta, gözde, dilde, kulakta ve zihinde değildir. Asıl engel onları görmeyen gözlerimizde, koşmayan ayaklarımızda ve onlara uzanmayan kollarımızdadır.
Sevgiyle kalın…
Belma Demir Akdağ ( 5 Mayıs 2012)
|