Başkalarının beğenileri nedense bizleri çok etkiler. İsteriz ki her kes bizi beğensin, övsün, hatta göklere çıkarsın. Yaptığımız iş övülmeye değer mi? Değmez mi? Hiç önemli değil, bazıları gerçekten yaptığımızı takdir eder, kimileri de belki buna da işim düşer düşüncesi ile yağlar ballar.
Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız bizi acımasızca eleştirirse çileden çıkarız. Ama arkamızdan kuyumuzu kazan yüzümüze güler, bizi överse mest oluruz. O anda onun arkamızdan konuşması bile önemini kaybeder. Her şartta sevilmeyi çok seviyoruz, desem abartmış mı olurum?
Eleştirilmeyi genciyle, yaşlısıyla sevmiyoruz. Oysa doğru eleştiri her zaman hayatımızda olmalı. Yeter ki doğru kişi tarafından eleştirildiğinizin bilincinde olun. Hayatımda “ beni eleştir” deyip de sonra kızan çok insan olmuştur. Ya da eleştirilince savunma avukatlığına soyunan… Galiba bizlerin eleştiriye hiç tahammülü yok.
Kendi kendimizi övme hastalığımızda ayrı bir problem. Kocasını, çocuğunu, yaptığı işi, malını, mülkünü hatta seks yaşamını bile överek anlatan öyle çok insan var ki çevremizde. Bazen dinlerken şaşıyorum. İnsan neden kendini övme ihtiyacı hisseder, bırakın sizi başkaları övsün. İlk tanıştığınız insan, daha konuşmaya başlamadan, önce kocasını, sonra çocuğunu, hatta fırsat bulursa parasını bir çırpıda anlatıverir. Yıllar önce tanıdığım arkadaşımın, olağanüstü zengin olduğunu yıllar sonra tesadüfen öğrenmiştim. Parası için değil ama duruşu ve gönlünün yüceliği karşısında arkadaşıma bir kez daha saygı duymuştum. İlk görüşmede mevkisi ve parası ile sizi ezmeye çalışan insanlar geldi gözümün önüne, halbuki insan; insan duruşu ile saygı görmeli, kendi, övgüleri ile değil.
Bu davranışların yerine, yaşam biçimimizi daha yalın bakabilsek. Gün bitiminde kendi özeleştirimizi yapabilsek, belki yaptığımız yanlış davranışlardan zaman içinde vazgeçebiliriz.
Televizyonda “Avrupa Yakası” dizisini seyrederken Gülse Birsel’in kendisi ile dalga geçmesini zevkle izlemiştim. Aslında bizlerde biraz böyle olabilmeliyiz, hareketlerimizle, duygularımızla, şeklimizle dalga geçebilmeliyiz. Birisi bize “ burnun ne kadar kocaman” dediği zaman gülebilmeliyiz.
Resim yapmaya başladığım ilk yıllarda güzel bir duvar veya taş objesi boyadığım zaman, çok güzel olmuşsa, kendi kendimle gururlanır, yüksek sesle “ ananda mı duvarcıydı kızım? “ derdim. Ama kötü bir resim yaptığım zamanda hocama “ vur beni yerden yere” der eleştirilerini dikkatle dinlerdim. Hele yanımda uzun boylu bir arkadaşım varsa “ya ben, gene güdük kaldım” der, gülerim. Ben kendiyle fazlasıyla dalga geçmesini sevenlerdenim. Bazen öyle çok kendimle dalga geçerim ki karşımdaki “estağfurullah” çeke çeke bir hal olur… Aslında şekilci olmamalıyız, kendimizle çevremizle barışık olmak en güzeli.
Geçenlerde Madonna geldi. Nefis bir sahne şovu yaptı. Tabii iki kelime de Türkçe konuştu. Aman efendim Türkçe konuştu diye herkes mest oldu. Aslında her ülkeyi ziyaret eden o ülkenin beylik kelimesini önceden öğrenip söylüyor. Hele sanatçılar bunu daha çok yapıyorlar. Seyirciyi bir anda can damarından vurma politikası olmalı. Daha sonra sorun kesin hiçbir şey hatırlamaz gibi geliyor. Hatta belki anlamını da bilmiyordur. Bizlerin yüreğinde taht kurmak bu kadar kolay galiba.
Politikacıların meydanlardaki konuşmalarını dinlerken de hemen hemen ayni şeyler olmuyor mu? Daha önceden söylediği o güzel sözleri, dinlemiş ve hiç uygulamasını görmemiş olsak da tekrar aynı
sözleri, ayni coşkuyla karşılar mest oluruz. “ Ya daha öncede bunları söylemişti, havada asılı kaldı” demeyiz, ya da büyük bir depremden sonra verilen sözlere, tüm kalbimizle destek verir “ düzelecek” deriz ama her depremden sonra ayni sözleri dinler, ayni kelimeyi tekrarlarız.
İşte böyle de gani gönül bir milletiz…
Bu hafta sizlere oradan buradan yazmak istedim.
Sevgiyle kalın…
|