Güneşli bir günde çıktığım o yolculuk beni Gelsenkırchen’e kadar götürdü. Her seferinde sordum “Burası Essen mi? Gelsenkırchen mi? “Öyle iç içe girmişler ki insan nerede olduğunu bir anda kavrayamıyor.
Kolunu sallasan Türk’e çarpıyorsun. Hemen hemen bütün dükkânlar Tük, çalışanlar da öyle, insan daha ne ister Avrupa’nın ortasında kendi memleketimde gibi hiç dil problemi yaşamadan doya doya gezdim. Hatta bir ara Avrupa’da olduğumu bile unuttum desem. Tabii benim bir dezavantajım vardı, saçlarım sarı olduğu için önce Almanca konuşuyorlar sonra Türkçe, eh buda işin eğlencesi oldu.
Dönerciler, dürümcüler, baklavacılar yok yok. Hatta simit sarayı bile vardı. Sadece para birimi değişik.
Kaldığım evdeki canlarım bizi gezdirmek için adeta çırpındılar. Bende de sanat takıntısı var ya,” Müze yok mu? “Dedim. Burada sanat müzesiz şehir olmadığını, unuttum birden.
“Olmaz mı? “Dediler… Önce Gelsenkırchen’ nin” Kunsmuseum “müzesine gittim, sonra insanların yakıldığı yere sonrada meşhur pazarlarına.
Büyük ve görkemli müzelerden sonra Gelsenkirchen’deki “Kunstmuseum “ gözüme Küçük bir müze gibi geldi. Küçük müzenin hikâyesi de hüzünlü. Belediye çalışanları burada sanat koleksiyonu oluşturmak için karar almışlar, başarmışlarda ama daha sonra, Almanya’daki çoğu müze gibi burası da Nazi Kültür Politikasının kurbanı olmuş. Savaştan sonra yeniden tüm eserler toplanmış ve müze halka açılmış.
( Frankfurt’ta da Goethe’nin evine gitmiştim. Burası da bombalanmış, ama eşyalar yeraltında bir depoda saklandığı için zarar görmemiş evin orijinali yapılıp “Goethe’nin Evi” olarak müzeye dönüştürülmüş).
Rehber eşliğinde gezdiğimiz Kunstmuseum’ da çok değişik eserler yer alıyordu. Klasik-Modern Sanat Bölümleri, Empresyonizm ve Ekspresyonizm, Sürrealizm ve Çağdaş Sanat eserleri.
Bu müzede hoşuma giden Kinetik Sanat Sergisi oldu çok değişik ışık ve ses kinetik eserleri bizi biraz çocukluğumuza götürdü. Ellerimi çırpınca bowling masasındaki topların hareket etmesi, ya da yanından geçerken birden bire müzik çalan aletler ve prizmalar. Baktığım zaman yüzlerce “Belma” görmek eğlenceliydi.
Büyük bölümü grafik tasarımcısı Anton Stankowski’ ye ayrılmıştı. Çeşitli dönemlere ait çizgilerini zevkle izledik. Hatta bazıları öyle ince çalışılmış ki bakarken gözlerim birbirine karıştı.
Küçük bir müzeydi dedim ama dışarı çıkmamız üç saat sonra oldu. Rehberler son derece sevecendi, tüm müzelerde olduğu gibi burada da, biz çıkarken küçük çocukların eğitimi başlamıştı, ama yine de sözleşme imzalatmayı ihmal etmediler.
Ertesi gün, ikinci gitmem gereken yerdeydim. Kalın duvarların arkasında… Ama içeri giremedim, geçmişe gittim, Nazi dönemi ile ilgili çok kitap okumuştum ve içerde neler olduğunu okuyarak öğrenmiştim biraz duygudaşlık yapmak bile insanı fazlasıyla acıtıyordu. Keşke beni buraya getirmeseydiniz dedim.
Üçüncü gün “hadi pazara” dediler. Hep beraber pazarın yolunu tuttuk, ama ne Pazar bizim meşhur Salı pazarını getirip buraya kurmuşlar. Daha düzenli, çamursuz, esnaf gene avaz avaz bağırıyor, tek fark arada almanca bağıran esnafında olması. Satıcılar ağırlıklı olarak Türk, alıcılar karışık. Tabi benimle her seferinde önce Almanca sonra Türkçe konuştular.
Kadıköy’de ki Pazar Hasanpaşa’ya taşındıktan sonra kalitesi düştü, Gelsenkirchen’deki Pazar eski Salı Pazarı kıvamında insana zevk veriyor. Almanya’ nın pek çok şehrine gittim ama Gelsenkirchen gibi ucuz bir şehir görmedim. Yaşlı Türkler sabahleyin gruplar halinde kafelere gidip sohbet ediyorlar. Demek ki ille de oturup sohbet etmek için kahvehanelerin olmasına gerek yokmuş dedim. Hem daha nezih, hem de daha temiz.
Dikkatimi çeken başka bir şey de kapanan tüm fabrika ve sanayi binalarının dış görüntüsünü aynen bırakıp binayı müze haline getirmeleri. ”Burası ne fabrikası?” sorusuna her seferinde “müze” ya da “tiyatro” kelimesini duymaya alıştım.
Her müzenin içindeki kafe son durak, düşüncelerim, ister istemez ülkeme gidiyor;
Evet, bu bir sanat politikası, eğer istenirse geçen yazımda da yazdığım gibi maden ocakları da, kapanmış fabrikalar da sanata hizmet edebilir. Müzelere dönüştürülebilir, çocuklar ve yetişkinler bu müzelerde eğitim görebilir.
Yeter ki sanatı ve sanatçıyı destekleyen politika olsun…
Sevgiyle kalın.
Belma Demir Akdağ, 27.1.2013
|