Sonbaharın son günlerini yaşarken, kasım ayında Yedigöller’e gittim. Tabiat harikası bu yer Antalya’dan çok uzak olsa da yolculuğuma deydi. Anfok fotoğraf grubuyla geceden yola çıktık. Sabah oradaydık, bu vesileyle Abant ve Gölcük’ü de görmüş olduk…
Bolu civarı, havanın kara bulutlarla kaplandığı, bazen de yağmurlar serpiştirdiği yolda, tabiatın renkleri ressamları kıskandıracak kadar güzeldi. Yol boyunca sonbaharın rengine bürünmüş ağaçlar bizi takip ederken, biz bu tabiat harikası, kahve kızıl, sarı ve kırmızı yaprakların arasında süzülmenin mutluluğunu yaşadık.
1965 yılı milli park bünyesindeki Yedigöller, Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 gölden oluşur. Heyelanın oluşturduğu Yedigöller, orman denizini andıran zengin bitki örtüsüyle sizi karşılar. Anıt ağaçlarında bulunduğu, en fazla kayın ağaçlarının hakim bölgesiyle adeta sonbaharı en güzel yaşatan bölgelerin başında yer alır.
Meşe, gürgen, kızılağaç, karaçam, sarıçam, köknar, karaağaç, ıhlamur ve porsuk gibi değişik tür ağaçlarında bulunduğu Yedigöller, yeşilin içerisindeki, sonbahar tonlarıyla bizi sarıp sarmaladı.
Yedigöller’de bizi yağmur damlaları karşıladı, sonrada sağanağa dönüştü. Yürüyüşte kullandığım yağmurluğumu giyip, kalabalığın arasına daldım. Toprağın kokusunu içime çektim, damlaların parlattığı kurumuş yaprakları, göğe doğru uzanan ağaçları, sıralar üzerine yığılmış yaprakları hayranlıkla seyrettim. Soğuk ve yağmura rağmen, büyük bir insan topluluğu hiç keyfini bozmadan selfie çekmeye devam ediyordu. Arada bir makinemi sudan korumaya çalışarak fotoğraf çektim, Beyoğlu caddesinde yürüyor gibiydim. Memleketin bütün şehirlerinden insanlar buraya hücum etmişti. Etraf açık hava film platosu havasındaydı. Belirli bir bölgedeki çadırlar, kadrajıma ayrı bir görsellik kattılar. Suyun üstündeki seyir teraslarında yer bulmak imkansızdı. Çay alayım deseniz, tuvalet ihtiyacı olsa sizi uzun kuyruklar bekliyordu. Kışın kardan dolayı yollar kapandığından, insanlar bu bahar gününü tercih etmişlerdi.
Yağmurluğa rağmen çok ıslandığımdan otobüsün yanına döndüm. Bu arada çoğu insan yolumu çevirdi, yağmurluğumu çok beğendiklerini, nerden aldığımı sordular. Park yerinin arka kısımda ahşaptan evler vardı. Birinin ön verandasına sığınıp, üstümdeki fazlalıklardan kurtuldum. Kapı açıldı ve bir aile ile karşı karşıya kaldım. Hafta sonu burada konaklamışlar. Zamanında OGM buraları kiraya verirken, şimdi özelleştirilmiş. Konaklamak için çok önceden internettden sıraya girmek lazımmış. İçeri davet ettiler. Gidecekleri için; ‘’İçerde ısıtıcı var, biraz sonra temizliğe gelecekler, gelin ısının’’ dediler. Biraz sıkılsam da bu cazip teklifi reddedemezdim. İstanbul Beykoz’dan geliyorlarmış. Aile babası da çok seneler önce fotoğraf çekmeye başlamış. Epey keyifli sohbetler ettik, bana kahvede ikram ettiler. Üstüm içeride kururken, verandanın kenarına serdiğim yağmurluğumda biraz olsun kurumuş oldu.
‘’İnsanlık ölmemiş’’ diye düşündüm. Giderlerken içtenlikle el sallamaları ise beni adeta çok yakınlarımı yolcu ediyormuş hissi uyandırdı.
Yedigöller’i terk ederken güneş adeta dalga geçer gibi, bulutları dağıtıp, parıldadı. Bütün bulutların yansımaları suların üzerinde bire bir iz bıraktılar. İçim cız etti.‘’Kısmetten fazlası olmaz’’ dedim. Dönüş yolunun güzelliğinin tadını çıkarırken, bir daha bu şahane yere gelmem lazım diye kendime söz verdim.
|