Türkiye’de son yıllarda sıkça kullanılan “yükselen değerler” terimi, bilinenin akside olumsuz bir anlam içeriyor. Yükselen değerlerin gerek basında, gerek piyasadaki kullanımı son derece alaturka olmakla birlikte, “yükselen değerler” diye sosyolojik bir kavramdan da söz edilemez. Tamamen bize özgü olan bu sözcük, yeni anlayışlar ve bir yargılar üzerine oturmuş bir kavramdır. Dünyada ve Türkiye’de popüler kültürün yükselişiyle eş zamanlı olarak güncelleşen yükselen değerler; piyasa tanımı içinde yer alan günlük konuşmalar, ticarileşme, medyatikleşme, popülerleşme diye ortaya çıkan kavramları içermektedir. Söz konusu kavramları kullanan kişilerin yükselen değerleri, bir tür yeni bir şovenizm, yeni bir milliyetçilik, yeni bir totaliterizm ürünü biçiminde anlamlandırdığını görüyoruz.
Ülkemizin geçirdiği değişim ve kentleşme sürecinin meydana getirdiği yaşam biçimi, bilinenden farklı değerleri toplumun gündemine yerleştirmektedir. Çünkü değerler dediğimiz şeyler, dinamik toplum içerisinde sürekli olarak kendini yenileyen, teknolojik ilerleme ve insan ilişkilerindeki gelişmeyle biçim değiştiren şeylerdir. Bu kavram, sosyolojik anlamda bakıldığında toplumsal değişmeyi ifade etmekte olup, eski bildik değerlerin yerine yeni değerlerin gelmesi ya da o değerlerin değişmesi anlamına gelmektedir.
Dünyada gelişmekte olan sisteme paralel olarak ülkemize de yansıyan ve çoğumuzun bir bozulma ve yozlaşma olarak değerlendirdiği değişim, o değişimin yöneldiği sistemi beğenmeyenler için bir bozulma olarak nitelendirilmektedir. Tüm dünyada yaşanan değişimi bizim ülkemizin koşulları içinde bir yozlaşma olarak adlandırdığımızda kuşkusuz bir tıkanmadan söz ediyoruz demektir.
Sözü fazla uzatmadan tıkanmanın nedenleri üzerinde kısaca durabiliriz. Farkında mısınız? Türkiye’de estirilen değişim rüzgârlarının şiddeti arttıkça “kavramların içini boşaltma” ve “değersizleştirme”, “yükselen değer” olarak karşımıza çıkıyor. En anlamlı ve önemli değerlerimiz bile değersizleştirme furyasında payını alıyor. Çok değil 4-5 yıl öncesine kadar toplumun duyarlı olduğu konular artık gündemde yer almıyor. Önceleri ülkemizin geleceğini, ulusal çıkarlarımızı, birliğimizi ve bütünlüğümüzü yakından ilgilendiren konulara medyada genişçe yer verilir, kamuoyunun duyarlılığı üst düzeyde tutulurdu. Ancak tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de örnekleri görülen medya tekelleri dengeleri alt üst etti. Tek sesli medya yaratmaya yönelik girişimler ile medyanın gücü, yerini güçlerin medyasına bıraktı. Siyasi ve sosyal alanda gücü elinde tutmak isteyenler için vazgeçilmez bir araç hâline gelen yazılı, görüntülü ve sesli basın, tekelleşme sayesinde gücünü daha da artırmaya çalışmaktadır. En fazla yayın organına sahip grup, toplumun tüm dinamiklerini elinde tutabilmekte, hatta o toplumu istediği gibi yönlendirebilmektedir. Tek sesli medyanın yarattığı tek sesli siyaset ve tek sesli kamuoyu, aynı zamanda tek sesli insan tipini de yarattı.
George Orwell’in “1984” adlı romanında günümüze gönderme yaparak anlattığı gibi “mutlak kontrol sistemi” ile her bireyi gözetlemek mümkün olmaya başladı. “Büyük Birader”in yönetimindeki bir devlette, yaşam alanlarının her köşesine yerleştirilmiş kameralar ile insanların attığı her adımın, sarf ettiği her sözün resmî makamlarca nasıl izlenip, arşivlendiği anlatılmaktaydı söz konusu romanda…
Tek boyutlu toplumun ve düşüncenin oluşturulmasında en önemli araçlardan biri de kuşkusuz “dil”dir. Dil zenginleştikçe, düşünce de zenginleşir. Orwell, eserinde bu düşünceden hareket ederek, partinin yeni bir dil yaratma çabasından söz eder. Buna göre, eski dilin kelimeleri, “iskelet haline” getirilinceye kadar kesilip biçilecekti. Amaç, örneğin, “iyi” kelimesinin tersi olan “kötü” kelimesi kullanılmayacaktı. Bunun yerine “yok iyi” öneriliyordu. Yine, “iyi” kelimesinin derecelerini belirten kelimeler de kesilip biçiliyordu yeni dilde. Örneğin, “Mükemmel”, “mümtaz” yerine, “artı iyi”, “katmerli iyi” gibi kelimelerin kullanılması düşünülüyordu. Neticede iyilik ve kötülük kavramı gerçekte tek kelime ile elde edilecekti.
Orwel romanında, düşünce hayatını yok etmek ve ülkenin geçmişiyle ilişkisini koparmak için en başta dili tahrip etmek ve sürekli yeni kelimeler üretmek gereği üzerinde durur. Halk içeriği boşalmış kelime ve kavramlarla birbirini anlamadan konuşmaya zorlanmaktadır. Eski kavramlardan ve eski kelimelerden arındırılan yeni dilin adı “Yeni konuş”tur.
Yeni konuşun temel ilkesi düşüncenin tüm türlerini olanaksız kılmak, düşünme sınırlarını daraltmaktır. “Sonunda düşünce suçunu olanaksızlaştıracağız, çünkü en sonunda, onu anlatacak sözcükler kalmayacak. Gerek duyulan her kavram tüm eşdeğer sözcüklerinden sıyrılarak, anlamı kemikleştirilmiş tek bir sözcükle anlatılacak... Sözcük sayısı her yıl biraz daha azalacak ve bilincin alanı her yıl biraz daha daralacak... Dil yetkinliğe ulaştığı zaman devrim tamamlanmış olacak...” Yani sonuçta bütün kavramların içi ya hiçbir şey ifade edemeyecek şekilde boşaltılmıştır veya tamamen tersi kavramlarla doldurulmuştur. Mesela savaş bakanlığının adı “Barış Bakanlığı”dır; rejimin işine gelmeyen gerçeklerin inkârı ve saptırılmasıyla görevli bakanlığın adı da “Doğruluk Bakanlığı”dır... Orwell’in toplumun dilini değiştirmekteki amacı, kuşkusuz, kelime sayısının azaltılması değildi. Belki bundan daha da önemlisi, kelimeleri karşıtı ile açıklamak suretiyle, onları anlamsızlaştırmaktı.
Günümüze dönersek, kendi toplumumuzla benzerlikler gösteren tek boyutlu toplumu ve düşünceyi yaratma konusunda her zaman olduğu gibi güzel Türkçemize yeni görevler yüklendiğini görüyoruz. Kavramları “değersizleştirme”, anlamlarından uzaklaştırma hatta “anlamsızlaştırma”, “içini boşaltma” ile toplumun temel direği ana dilimizin de yozlaştırıldığına tanık oluyoruz. Bilinen kavramaların yerine, dünyada da egemen olan yepyeni bir dil doğmaktadır. Bu yeni dille birlikte siyasetin ve toplumsal sorunların algılanmasında tıpkı dünyada olduğu gibi daha genel olandan özel olana gidiş; yani memleket meselelerini nasıl çözerimden, insan meselelerini nasıl çözerime doğru bir yönelim göze çarpmaktadır. İşte bu içi boşaltılmış kavramlarla eski bildik değerlerin yerini yeni değerler almaktadır.
Sözünü ettiğimiz değişime paralel olarak Türkiye’de toplumsal bir değişme yaşandığı bilinmektedir. Dinamik bir toplum yapısına sahip olan ve sürekli olarak kendini yenileyen toplumumuzun, söz konusu bozulma ve yozlaşmanın önüne geçerek dilini, kültürünü, tarihini ve kimliğini koruma potansiyeline sahip olduğu düşüncesindeyiz.
|