Bunca yorulmama rağmen yolu uzattım, Kilisenin olduğu dar sokaktan girip, sola kıvrılan yokuşu tırmanacaktım. Yıllarca yıkmaya çalışıp da yıkamadıkları bir ufak araziyi yatır yapmışlardı. Üzerindeki yazıyı okumadım bile. Bilmem ne baba türbesi deyivermişlerdir nasılsa. Orada eski bir ev vardı. Annesini küçük yaşta kaybeden Serpil orada otururdu. Ve her gittiğimde merdivenlerin gıcırtısınıdaha iyi duyabilmek için merdivenleri bir çıkar bir inerdim. Teyzesi Zuhal buna sinirlense de pek belli etmezdi. Yüzünden anlardım sinirlendiğini, ama o asla bunu belli etmemeye çalışırdı. Çok sevdiği yeğeni Serpil bir kaşık bir şeyler yesin de ne olursa olsundu onun için. Oldukça sarışındı Zuhal teyze. Komşular aralarında konuşurlardı, “tavuk karası var bunda gece görmez” derlerdi. Hala bilmiyorum nedir bu tavuk karası. Sanıyorum kaşları ve kirpikleri beyaza yakın sarı olduğu için bu sözü kullanıyorlardı .
İşten çıkmış evime gitmek üzereyken yolu değiştirmiştim, ayaklarım beni taşımaz sanıyordum. Ama fark ettim ki; çocukluğum beni taşıyordu. Babasına şarap almaya giden küçük kız yanımdaydı. Küçük ben. Kara kısacık saçları, zeytin karası denen gözleri ile zayıf mı zayıf bir çocuk. Kız mı erkek mi ne idüğü belirsiz derlerdi.
Pazar sokağına gidecektim, bu fikir, yolda karpuz kamyonlarınıgördüğümde gelivermişti aklıma. Evet o Pazar sokağına gidip, hamal a kendini taşıtan o sıska kızıarayacaktım. Kendimi bildim bileli Kartal’ ın pazarı Cuma günüydü. Ve evime çok yakı olmasına rağmen, ben yolu uzatarak kilisenin solundaki dik yokuştan çıktım. Hala değişmemişti evlerin çoğu. Hala sokak kapılarında oturan eş dost vardı. Bir iki sarılıp öpüşüp annelerden babalardan sohbet ettiysek de acelem olduğunu söyleyip sıvıştım. O kızı bulmadan şuradan şuraya gitmek istemiyordum.
Evet işte tam bu noktadaydı karpuz yığınları. Acaba hala Cuma günleri aynı yerde miydi. Sıska kız sabah evden kaçırdığı; kendinden büyük bidona suyu mahalle çeşmesinden doldurur, yanına aldığı bir iki bardağı da annesinin eşarbından yaptığı kemerine sıkıştırırdı. O zamanlar henüz insanlar başkalarının bardaklarınla da su içiyorlardı demek ki. Kağıt bardak, hele de plastik, kullan at bardak çanak; değil icad edilmek, düşünülmemişti bile. En çok suyu şişman soğancı içerdi. Sırf sıska kıza biraz daha yardımı olsun diye kendini zorlardı su içmek için bilirdim. Sonra saçlarını sever sarı kuruşlardan bırakırdı avucuna.
Akşam olup da bir iki bidon suyu bitirdiğinde, hemen karpuzcuya koşardı. Gün içinde tattırılmak üzere kesilmiş karpuzları toplar ve hemen dibinde bitiveren hamal la pazarlığa başlardı. Hamal tanıdık, karpuzcu tanıdık. Kimse para almazdı yine de pazarlık ederlerdi. Hatta “ param yetmiyor” dediğinde kaç kez” o zaman kendin taşı eve kadar” deyip, sonrasında gülerek yine taşımışlardı. Sıska kız önce karpuzları doldururdu sepete, sonra da karşuzcu amcanın yardımı ie kendi atlardı karpuzların yanına. Biliyordu eve gittiğinde yine bir ton dayak yenecek. Buna rağmen hiçbir Cuma bundan vazgeçmezdi. Her dayak yediğinde annesinin bir daha yapmayacaksın söz ver demesi karşısında inatla susardı. Biliyordu ki söz verirse tutmak zorunda kalacak. Keçi gibi inad; ona bu sözü hiçbir zaman söyletmedi.
Ne güzel döverdin be anne. Yediğim dayaklar sayesindedir belki deşimdiki gönlü bolluğum. İnsanlara kırılıp darılamam bu yüzdendir belki de.
Sıska kızla konuşa konuşa çocukluk evlerine kadar geldik. Kimse görmeden vedalaştık. Ben birazdan torunuma süt almak üzere markete girecektim. Kız da geri dönecekti, hatıralarımın içine… . . .
Arada ne güzel oluyor böyle dedik ayrılırken, bir gün de okulu kıralım olmaz mı. ?
Dudağımın sol kenarındaki ben gamzelerime kadar uzanmıştı yine. Gökyüzüne baktım. El salladım. Teşekkürler anne.
Yediğim tüm dayaklar için. Ve şu anda o sıska kızdan bir anneanne yarattığın için. Pazar günü geldiğimde sana daha çok anlatacaklarım var.
Her anne dünyanın en güzel annesidir, her anne dünyanın en iyi annesidir. Önce kendi anneme. Sonra tüm annelere. Kutlu olsun.
Seni seviyorum anne.
Melekkk.
|