Çocukluk anılarımdan…
Nineler ve dedelere ait anılarımız, bizi alır da çocukluğumuza götürüverir bir anda. “Daha dün ne yediğimi bile hatırlamıyorum” derken mecazen, yaşlandıkça çok çok eskileri daha net hatırlarız sanki. Aslında hayat bana hiç de kısa gelmez, en kısacık hayatlarımıza bile neler sığdırmışızdır neler. Evet, çok gerilerde kalan ama bu gün gibi hatırladığımız çocukluğumuz ve tabii ki ninelerimiz, dedelerimizle olan çocukluk anılarımız. Emanet torun oluşum yıllar yıllar boyu onlara… Annemden arta kalan zamanlar da emanet oluşum dedeme, nineme…
Benim anılarım da, gözümün önüne geliveren oldukça net görüntülerdeki, tek katlı, bahçeli, şirin bir ev. İçi dışı beyaz kireç badanalı ve az biraz çivit katkılı. Yaz günlerinde iki penceresinde de tertemiz beyaz çarşaflar gerili olan. Pencere içlerinde ise hep saksıların da çiçekler; camgüzeli, küpe çiçeği bulunan. Pencere önündeki boydan boya kurulmuş uzun sedirde, beyaz patiskaya işlenmiş, mor üzüm salkımlı, kanaviçe işli sedir örtüleri; en uç kenarları illa da beyaz tığ işi danteller. Kenar yastıkları ve yumuşak kırlentler. Üzerlerine rengârenk yumaklarla işlenmiş, sarma işleri, düğüm işleri, zincir işleri. Kimisi kuş, kimisi çiçek demeti, kimisi meyve sepeti modeli işlenmiş olan ak kırlentler. Hepsi kandil ışığında, gaz lambasında işlenmiş annemin ve teyzemin gençliklerinin göz nurları. İki aydın ve münevver kadının sabırları, sevinçleri, çileleri işlenmiş canım kırlentler. Bahçesinde hep komşulardan istenip, üretilmiş çiçekler, ıtırlar, kaz ayakları, sardunyalar. Mevsiminde açan mor, pembe sümbüller, kırmızı zambaklar.
Çocukluğumda, meyvesinin tadına doyamadığım erik ağacımız, gölgesinde evcilik oynadığım serinlik. Soğuk kış gecelerinde, sıcacık yer yatağımızdan kalkıp da bahçenin en dibindeki tuvalete ( helâ) ya gidişimiz. Ninemin gecenin bir saatinde çıra tutuşturup da, çok korktuğum için arkamdan gelişi; aynı zamanda odunluk da olan tuvaletteki odunlardan fare seslerinin de gelmesi. Çocuk korkularım… Ah benim çocuk korkularım! Dedemin her daim takım elbisesiyle, fötr şapkasıyla ve bastonuyla işine, camiye ve çarşıda ki kahveye gitmesi, zihnimde nasıl da net görüntülerde şimdi. Korkuya durmuş anılarımdan bir de şuydu. Bir gece boyunca amansız bir diş ağrısıyla uyanıp da sabahlayışımız; sabah olduğunda da asmalı çarşıdaki berberin, kerpetenle dişimi kökleyişi. Çığlıklarımdan kaçan dedemin, ufak bir kalp krizi geçirişi; benim şiş bir yanakla, dedemin ise kollarına girmiş iki amcayla eve gelişimiz ve ninemin dövünüşleri…
En çok da soba keyfimizi unutamam hiç. Yerdeki şiltelerimizin yüzlerini ninem ufacık, üçgen, renkli ve desenli kumaşlardan birbirine ekleyerek, dikerek yapardı. ( Yamalı bohça veya bin bir yama) diye tabir edilen rengârenk güzelim şilteler; içi yünle ve kırpık paçavrayla doldurulan bu şilteler, sobanın etrafında sanki her daim bizi beklerdi. Yıllar, yıllar sonra bir Amerika gezimde, kız kardeşim beni Emişlerin (AMİŞ) köyüne götürdüğün de, sattıkları yamalı yorganlarını, yastıklarını gördüğüm de ise nasıl da şaşırmıştım bilseniz. Anneanneciğimin göz nurlarının elişi sergisiydi sanki hepsi. Galiba biz doğuştan beceriye âşık insanlardık. Eminim beceri aşkı genlerimiz de vardı hep…
Sevgili okurlar, inanıyorum ki hemen hepimizin yaşadığı bunca anıların arasında tabii ki kor gibi ateşe durmuş bakır mangallar, tavanlara astığımız kış kavunları, mısır koçanları, kiler odasının duvarlarındaki çivilere asılmış bezden yapılma torbalar da tarhana, erişte, her türlü baklagiller vardı. Bazen güveçte pişen et yemeği, mangal külüne gömülen patatesler, soba üstün de kestaneler, her daim ibrikte sularımız vardı. Bazen mutfak niyetine kullanılan o
büyük odadaki kuzine ocakta, odun ateşinde ve üçayaklı sacayağının üstünde kazanda su kaynatılırdı yunakta yıkanmamız için; bazen de bahçedeki saç leğende çamaşırlar yıkanırdı, akşamdan ıslatılmış. Suya soda katardı ninem, ak sabunun yanında, durulamada da çivit atardı içine. Bazen çivit fazla kaçtığında “ Mor dalak gibi oldu çamaşırlarım, tüüü” derdi de söylenirdi kendi kendine. Gülerdik yeğenimle çocuk hallerimizle, gülerdik… Ve nasıl da mutluyduk çocuk kahkahalarımızda… Eşeksırtında odun getirirdi dağdan oduncu amca. Eşeğin iki yanına bağlanmış yaş odunların iplerini çözünce yere boşalırdı odunlar. Taze ağaç kokardı, orman kokardı odunluğumuz. Deli Osman’ın ise işi odun kesmekti; hem karnını doyururdu bahçede Deli Osman amca, hem de odun yarardı, dedemin ikramı “Gelincik” sigarası ağzının kenarında…
Mutfaktaki ocağın üstündeki nişlerde kalaylı bakır sahanlarda para tutardı ninem, lazım olduğunda aranmadan oradan alır verirdi verilecek kimselere. Hiç unutamadığım ise hala burnumda tüten nineciğimin, teleme peyniri gibi süt kokan apak bağrıydı. “ Benim karagözlü kuzum, benim zayıfcacık dadam” deyip de beni anaç bağrına bastığında, kınalı, nasırlı elleriyle saçlarımı okşadığın da, inanılmaz güvenceler içinde mayışır da, basma elbisesinin sevgi kokan sıcaklığından yüzümü alamazdım hiç. Hiç… Kışın kar yağdığında, okuldan eve dönerken ellerimiz, ayaklarımız kartopu oynamaktan donardı adeta; bırakın ayakkabılarımızı, içine giydiğimiz pijamalarımız da dahil, pantolonlarımız dizimize kadar ıslanırdı. Eve döndüğümde ise nasıl ısıtacaklarını bilemezlerdi dedemle ninem beni. Dedem ellerimi hohlar, ninem donmuş ayaklarımı ovuştururdu, sobanın yanında. Hastalandığımda, ninemin karabiber tohumlarını ezip de, sirkeyle karıştırıp, çocuk sırtıma, göğsüme sürüşü, beni yünlere sarıp sarmalayışındaki sabırlı sevgisi nasıl da taptaze anılarımda. Ben bu yaşımda bile pasta koliğim, çok severim; işte belki de ondan olacak, aklımdan hiç çıkmayan da hasta olduğumda, pastacı Besim amcadan, dedemin bana pasta alışıdır; pastanın hala tadı damağımdadır inanın.
Bayramlar, bayramlar, bayramlar; inanın yazsam roman tutar. Ama illa da yeni pabuçlarla, yastıkta beraber yatışımız ve her arife gününde gördüğüm o kâbuslar. Konusu ise hep aynı senaryo; bayramlık ayakkabılarımın çamura bulanıp da giyilemeyecek bir halde oluşu ve bayram sabahı uyandığımda, yeni ayakkabılarımın yastığımda benimle oluşundaki duyduğum sevinç ve müthiş rahatlama duygusu…
*
Evet sevgili okurlar, ben çok şanslı bir çocuktum, dedemin ve ninemin sevgi dolu bağırlarında büyüdüm. Çünkü hala benim en önemli felsefemdir hep “Sevgi herşeydir” benimsemesi. Şimdi yüzümüzü nereye dönsek ziyan olan çocuklar, yaşlılar. Kâh, savaşlar, kâh doğal afetler, kâh yoksulluk; bunları izleyen katlanmış yoksulluk, sefalet, açlık. Televizyonda görüntülenen yarı çıplak, sümükleri akan çocuklar. Bir taşın üstüne oturmuş kalmış, donuk, hiç umutsuz gözleriyle bakan, yarınları hiç olmamış, olmayacak nineler, dedeler, torunlar. Umut kâselerinde sineklere ortak olmuş bulamaçlar. Çocuk yuvalarında ise, tesadüfen ortaya çıkan çocuk çileleri… Güneydoğudan, suça maşa yapmak için getirilen güzelim çocuklar. Anadolu’nun bin yıllardır, bahtı kara nineleri, dedeleri, bebeleri. Onca çırpınışa inat yoksulluğun kırdığı, elini kolunu bağladığı kıraç gençleri, delikanlıları. Çaresizliğin boyunlarına bukağı olmuş, boynu bükük gencecik kadınlarımız. Çocukluğu bilemeden ana olmuş kadınlarımız. Çocukluğunu bilemeden bir lokma ekmeğe işçi olmuş, ırgat olmuş gençlerimiz. Umudun başlamadan bittiği, onlara hiç uğramadan geçip gittiği körpe fidanlarımız...
Güzellikleri yaşayanlar yaşar, bilir; ya diğer gerçeklerdekileri?
Bütün dedelere ve ninelere, torunlarıyla, çocuklarıyla birlikte mutluluklar diliyorum.
Kalın sağlıcakla.
|