Akşamın geç bir saati olmasına rağmen, gündüz yaşanan amansız sıcak havanın bunaltısı bir nebze olsun azalmış değildi. Kerpiçten yapılma evin duvarlarına sinen gündüz sıcaklığı, içerisini adeta hamam gibi yapmıştı. İçerisinin bunaltısından dışarıya çıkan Fato kadın, başındaki mor yazmayı çıkarıp onunla yüzünün ve ensesinin terini sildi. Daha sonra da sırtını yaslamış sedire başını dayamış, oturduğu yerde uyuklamakta olan kocası Hasan’a baktı. Sekiz yaşındaki kızı Fidan, gaz lambasının ölü ışığında yerdeki şiltede oturmuş, defterine eğilmiş, hevesle bir şeyler yazıyor dersini yapıyordu. On dört yaşındaki oğlu Mahmut ise, her zamanki gibi elindeki kör çakıyla önüne yaydığı yaygının üstünde yine çatal kesilmiş bir ağaç dalından sapan yapmaya çalışıyordu. Çocuğun, dalın kabuk kısımlarını çakısıyla yontup temizlemesiyle ağacın kendine has beyaz iç dokusu ortaya çıkıyordu. Kocası Haso, iri hantal bedeniyle sonunda oturduğu yerde horlamaya başlamıştı bile. Fato kadın, penceresiz evin havasızlığından iyice bunalınca, içindeki korkuları bir nebze olsun boş verip, sürgülü ahşap kapıyı açıp araladı. Dışarıdaki akşam serinliğinin temiz havası içeriye doldu. Çocuklar, ellerindeki işten başlarını kaldırıp, tedirginlik içinde annelerine baktılar. Fato kadın, kafasını yarı yarıya dışarıya çıkarıp etrafı dinledi. Bu gece ay da olmadığından etraf zifir karanlıktı ve temiz, serin havaya karşın, sanki ortalığa uğursuz, sinsi bir sessizlik hâkimdi. Kadın, her şeye rağmen kapıyı açıp dışarıya çıktı. Hafif bir esinti onun ter içindeki yanan yüzüne, boynuna iyi geldi. Kadın ürkek bir tavşan gibi kulağı dinlemede, yüreği tetikte olduğu halde kapı önündeki plastik ibrikten eline su döküp yüzünü ensesini ıslattı. Daha sonra ise uçsuz bucaksız gibi görünen karanlıklardan gelen çakal sesleriyle huzursuz oldu ve yeterince hava aldığını düşünüp, hemen yine içeriye girdi; aynı anda arkasından kapıyı yine sıkıca kapattı. Kapıya sağlamca çivilenmiş, odundan yapılma iki ayrı sürgüyü de sürgüleyip kendince içerideki ailesini sağlama almıştı…
Fato kadınla, kocasının tam altı oğulları, iki de kızları olmuştu. Onlar daha çocuk yaştayken evlenmişlerdi. Büyük kızları komşu köyden bir adamla evlenmiş çoktan çoluk çocuğa karışmıştı. Küçük kızları ben okuyacağım diye tutturunca onlarda hevesini alsın bari şimdilik diye onu köyün okuluna yazdırmışlardı. Oğullarının dördü de Güneydoğunun bu kurak kırsalında kalmayıp, birer birer büyük şehirlere göç etmişlerdi. Bir oğulları da hâlihazırda dağlarda komando olarak askerliğini yapmaktaydı. Ahmet, onlara askerliğini yaptığı yerde komanda kıyafetleriyle bir fotoğrafını göndermişti. Hasan, karısının da isteği ile fotoğrafı büyüttürüp duvara asmıştı. Ana baba ve kardeşler bu fotoğrafa baktıkça içleri gururla dolardı. Haso elindeki fotoğrafı da köyde eşine dostuna gururla gösterir, oğluyla övünç duyardı. Küçük oğulları Mahmut, hevesle başladığı okulunu yarım bırakmıştı, evde başıboş vakit geçiriyordu. Köyde olsun, kırsalda olsun, bulundukları yerlerde sık sık evlere baskın, adam kaçırma, kız kaçırma olayları olmaktaydı. Mahmut, bu yüzden okula gitmeyi bile bırakıp çocuk korkularına yenilmişti. Nerdeyse hemen hiç evden dışarıya çıkmıyor, her an her dakika kendisinin de kaçırılacağından korkuyordu…
Fatma kadın odanın bir köşesindeki yüklükten katlanmış yatağı kaldırıp yere yaydı. Kocasını dürtüp uyandırdı. Adam iri cüssesiyle uyku sersemi sendeleyerek kalktı. Onun yatmadan önce ihtiyaç gidereceğini bilen oğlu da babasının yanına seğirtti. Hasan, sürgülenmiş kapıyı açtı ve oğluyla beraber karanlıkta kendilerine aşina olan yoldan evin az ötesindeki etrafı çerçöple çit çekilmiş çukura doğru gittiler. Mahmut yürürken duyduğu korkudan dolayı adeta babasına yapışık gibi yürüyordu. Onlar sırasıyla ihtiyaçlarını görürken yakınlarda bir yerlerde de yine çakal ulumaları duyuluyordu. Çocuk dönüşte de babasının koluna yapışmıştı. İkisi beraber sessizce yürürlerken tam da kapı önüne geldiklerinde karanlıkta aniden karşılarına elleri tüfekli başları örtülü adamlar çıkıvermişti. Sesleri, bağırışları duyan Fatma kadın kapıyı açıp dışarı baktığında, kocasını kapıya yığılmış buldu. Kızı gaz lambasını getirip karanlığa doğru tutmuştu. Hasan’ın başı yediği dipçik darbelerinden dolayı kan içindeydi. Fatma kadın oğlunu göremeyince feryat figan, ayakları çıplak kendini karanlık yollara attı. Kadın hem koşuyor hem de avaz avaz oğlunun adını bağırıyordu. Önü sıra giden, oğlunu alıp kaçıran adamların nefes seslerini, konuşmalarını duyuyor, karanlıkta o yöne doğru hem koşuyor, hem kaçırılan oğluna ağıtlar yakıyordu. Kah saçlarını yoluyor, kah dizlerini dövüyordu. Adamlara hem naletler yağdırıyor, hem oğlunu bırakmaları için yalvarıyordu. Kızı da anasının arkasından karanlıkta kadının sesine doğru gidiyordu. Gaz lambasını babasının yanına yere bırakmıştı. Daha sonra karanlıktan korkup eve dönmüştü. Sesleri duyan komşular korku içinde Hasan’ın yanına gelmişlerdi.
Kadın hiç durmadan bağırıp, çığlıklar atıp nereye doğru gittiğini bilmeden, o can havliyle oğlunu kurtarabilmek için koşuyordu. Koştu, koştu, koştu…
Ortalık ağardığında onu bulabildiler. Kadın artık bir adım atacak gücü kalmayınca, çalıların arasına yığılıp kalmıştı. Üstü, başı, eli, yüzü çalı çırpı sıyrıkları içindeydi. Gece boyu koşmaktan ayaklarının altı patlamıştı, topukları kanıyordu. Kurumuş, çatlamış dudaklarından artık oğlunun adını haykıramıyordu. Henüz on dört yaşındaki oğlunun giderken ona “Anaaa” diye haykırması, kendisini kaçıranlara ha bire “Anamı istereeem, bırakın beni” diye yalvarmaları, ağlamaları kadının kulaklarından hiç gitmeyecekti. Fato kadın, düşüp kaldığı yerde gözleri kapalı hala ağlıyordu. Gözyaşları tozlu yanaklarından süzülüp boynuna akıyordu. Onu bulduklarında kadın gözlerini açıp gelenlere baktı. Acı gözlerine oturmuştu sanki. Evlat acısı bakışlarındaki boşluğa gelip oturmuştu. Tıpkı yüreğine de oturduğu gibi…
Ergül İLTER
|