Ömer, sabahın erken saatinde uyandığında, çarçabuk giyindi ve ses çıkarmamaya gayret ederek çiftlik evinden yavaşça çıktı. Henüz uyumakta olan yaşlı anne ve babasını, kendisi gibi yol yorgunu olan ikiz kardeşi Ahmet’i uyandırmak istemiyordu.
Ömer ve Ahmet doğup büyüdükleri bu çiftlik evine her okul tatilinde gelirlerdi ve böylece aile birbirleriyle hasret gidermiş olurdu. Çiftliğe geldiğinde Ömer, atı Şanlıyla muhakkak koşuya çıkardı. O, okuduğu Dişçilik Fakültesinin yorgunluğunu bu şekilde üstünden atar ve rahatlardı. Kardeşi Ahmet’se, Dahiliye okuduğu Tıp fakültesindeki yorgunluğunu atmak için, hiç olmazsa tatil günlerinde bol bol uyuyup, dinlenerek geçirirdi.
Genç adam bunları düşünüp yürürken, çiftlik evlerinin geniş arazisindeki atların bulunduğu ahırlara gelmişti. Uzaktan onun gelişini gören seyis Ali, hemen Ömer’in atının koşumlarını takıp hazırlamış ve ahırlara yaklaşmakta olan genç adama atı teslim etmişti.
- Hayırlı günler Ömer ağabey! Erkencisiniz bugün!
- Sana da hayırlı günler Ali! Bakıyorum Şanlıyı hazır etmişsin hemen! Sağ olasın!
- Sen de sağ ol Ömer ağabey! Haydi rast gele!
Seyis Ali bu çiftlikte doğmuştu. O bu çiftlikte büyürken, ana babası da bu çiftlikte kocamışlardı. Ali’nin Ömer’le aralarında on yaş fark vardı. Alinin başka da kardeşleri ve yakınları olmadığından, Ömer’i ve ikizi Ahmet ağabeysini çok severdi. Onlar hep beraber, uzun yıllardır geniş bir aile gibi hayatlarını bu çiftlikte sürdürüyorlardı…Ali de, Ömer ve Ahmet ağabeyleriyle her daim gurur duyardı.
Ömer, çiftlikte olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, bu sabah da atıyla koşuya hazırlanıyordu. Önce aheste yürüyüşüyle atına ısınma turu yaptırıyordu; böylece onu dörtnala hızlı koşuya hazırlamış oluyordu. Ömer kesinlikle şuna inanıyordu ki, tüm dünyada nereye giderse gitsin kendisinin her şeyin üstünde kıldığı özgürlük duygusunu, atıyla yaptığı bu gezilerde bulduğuydu. Genç adam, önündeki uçsuz bucaksız gibi görünen yolda atını koşturmaya başladı. Yeşillikler içindeki dümdüz arazide atınla dörtnala hızlanırken sanki o, dibine kadar özgürlüğünü yaşardı. O yolda, atının üzerinde ağız dolusu soluk alırken, sanki ciğerleri özgürlükle dolar taşardı Ömer’in. Beyaz mintanının yakasından içeriye dolan ve yüzüne vuran serin rüzgarla daha bir canlanır, daha bir kendine gelirdi sanki. Üzenginin üzerindeki dirençli ayakları, gerilen bacakları, yuları kavrayan sert parmaklarının kararlılığı ile ve o uçsuz bucaksız gibi görünen yolda hakimiyeti ele alışıyla, adeta göklerde kanatlanmış da uçuyormuş gibi olurdu Ömer. Genç adam için, atın üstünde dörtnala yol almak, sanki hayatın ta kendisiydi…
Ahmet ise Ömer’in tam zıttı olan sakin mizacıyla, daha sessiz kalmayı tercih eden, ağırbaşlı bir insandı. Onun en sevdiği hobisi, ağaçların altındaki rahat hasır koltuklara gömülüp kitap okumaktı. Tıp kitaplarının dışında, tarih kitapları ve ünlü tarihçilerin biyografilerini okumak en sevdiği şeylerden biriydi. Ayaklarının dibine yatan bekçi köpeğiyle top oynamak, boğuşmak, köpeğiyle acelesiz yürüyüşler yapmak onu çok mutlu ederdi. İkiz gençlerin fiziki olarak birbirlerine su damlası kadar benzeyip de, bu kadar ters mizaçlara sahip olmaları, başta anne ve babaları olmak üzere tüm tanıdıklarını da şaşırtırdı.
İki kardeş de Yüksek öğrenimlerinden evvelki eğitimlerini Lise son sınıfa kadar çiftlik evlerine çok yakın olan büyük şehirde yapmışlardı. Seyis Alinin babası Hasan efendi, o zamanlar çiftlik işlerine yardımcı olarak alındığında, ailenin şoförlüğünü de yapardı.
Dolayısıyla Hasan efendi, ikiz kardeşleri ilk öğrenimlerinde olsun, orta ve lise öğrenimlerinde olsun, yıllarca okullarına ailenin arabasıyla bizzat getirip götürmüştü. O zamanlar büyük şehirler bu kadar dağılıp genişlememişti ve şehir dışında olup da şehre oldukça yakın çiftlik evleri, her şeye rağmen ıssızlıklarını koruyabiliyor, kendi topraklarında rahatlıkla at koşturabiliyorlardı…
Ahmet ve Ömer, ayrı ayrı şehirlerdeki Üniversiteleri kazandıklarında çok mutlu olmuşlardı. Yıllarca şehirden ayrı kalıp, istedikleri gibi özgürleşememek, onları delikanlı çağlarında oldukça sıkmıştı. Dolayısıyla başka başka şehirlerde okumak, çiftlikten, biraz da anne baba denetiminden uzak olmak gençliklerinin ilk başlarında onların son derece işlerine gelmişti ve okumak bir yana ikisi de, daha çok özgür olacakları açısından pek sevinmişlerdi. İkisi de dedelerinin dedesinden kalan, anne ve babasının ömürlerinin geçtiği bu çiftlikte ömür tüketmek istemiyorlardı…Ama onlar, ayrı ayrı şehirlerdeki Fakültelerde okurken, o çok önemsedikleri şehir hayatının, tahsilleri boyunca sürecek sandıkları özgürlük sevinçlerinin, evlerinden uzakta geçirdikleri daha üçüncü senesinde tüm cazibesini yitirdiğini gördüler ve serbestlik heyecanlarının da yavaş yavaş sönüp, yok oluşunu gördüler…
İkisi de, kendileri adına hiç ihtimal vermezken her okul tatilinde, evlerine, sevenlerine koştular. Kah, kendi arabalarıyla, kah her türlü vesaitlerle canı gönülden isteyerek evlerine gittiler. Her fırsatta, o aşılmaz gibi görünen uzak yolları aşıp mayalarının tuttuğu, hamurlarının yoğrulduğu ana baba ocağına koştular…
Ömer ve Ahmet derslerinde zaten hep başarılıydılar; onlar için yüksek okullarda da değişen bir şey yoktu ve derslerinde zorlanma gibi bir durum da hiç söz konusu değildi.
Okul hayatında, gençler arasında sürekli eğlenceler düzenlenirdi. Doğum günleri partileri, sinemaya, tiyatroya gidişler, konserlerde, gece kulüplerinde sabahlamalar, sık sık kız arkadaş değiştirmeler, yeni yeni guruplar kurmalar vs. vs. vs. Bütün bunları onlar da dibine kadar yaşadılar. Üçüncü senenin sonunda ise, kendilerine sorar olmuşlardı; özgürlük dedikleri bu muydu? Bu kocaman hiçlik, bu kocaman boşluk muydu? Tutunacak hiçbir ideali olmayan, gelip geçici olup da hiçbir iz bırakmayan boşa geçen zamanlar mıydı? Tıp okudukları için, uzun bir okul hayatı söz konusuydu ve onlar tahsil hayatlarındaki dönemin henüz yarısı bile dolmamışken bu kadar çabuk mu heveslerini alıp, serbestlikten bıkacaklardı?
İki kardeş de Allah’ın şanslı kullarından sayılırdı; çünkü onlar daha doğdukları günden itibaren zaten her bakımdan sayısız avantajlara sahiptiler. Fizik olarak ikisi de sağlıklı ve oldukça yakışıklıydılar. Ailede çok sevilen, maddi manevi hiç sıkıntı çekmeden büyüyen çocuklar olmuşlardı hep; şimdi ise onlar için en önemlisi de, çiftlikte geçen çocukluk ve gençlik yıllarının hiç de sandıkları gibi tekdüze olmadığını anlamış olmalarıydı…
Ahmet ve Ömer, işte yine bu bayram arifesinde de yollara düşmüşlerdi. Bayram trafiğinden korkan annesi Gülizar hanım, iki çocuğuna da telefonda ısrarla yineleyerek, tatilde asla arabalarıyla yola çıkmamalarını tembihlemişti. Bu yüzden gençler de annelerinin hatırına uçak yolculuğunu tercih etmişlerdi. Ahmet, bu seferki yolculuğunda, çiftlikteki ailesine vereceği haberin sürpriziyle olacakları düşünüp, farkında olmadan kendi kendisine gülümsüyordu. Nerdeyse bir senedir çıktığı sınıf arkadaşı Hale’yi Çiftliğe davet etmişti. Bayram dolayısıyla ailesinin yanına giden kız arkadaşını, Ahmet, ailesiyle ciddi niyetler içinde tanıştırmak istiyordu. Bu niyetini henüz Hale’ye açmamıştı ama onu ailesiyle tanıştırdıktan sonra genç kıza evlenme teklif etmeyi düşünüyordu. Hale’nin kendisi hakkında bilgisi olduğu kadar, ailesi hakkında da bilgisi olsun, evlenme teklifinde ona göre kesin kararını versin istiyordu…
Ömer ise bu yolculuğunda kafasında planladığı düşünceler içinde uçakta heyecandan adeta yerine sığamıyordu. O da bir an evvel çiftliğe varıp, ailesine kararlı olduğu bazı düşüncelerini açmak niyetindeydi. Genç adam, uçakta oturduğu cam kenarındaki yerinde koltuğunu arkaya yatırmış, kendisi de uyur pozisyonuna geçmiş bir halde yatıyordu; gözlerini kapatmış olmasına rağmen uyumuyordu ve sadece eve gittiğinde, ailesiyle paylaşacağı planlarını düşünüyordu. O da bu düşünceleri yüzünden, farkında olmadan kendi kendisine gülümsüyordu…
( Devamı haftaya.)
|