Uzun zamandır hiç bu kadar derin bir nefes alıp rahatladığımı hatırlamıyorum. Aylardır ofisimdeki yoğun çalışma tempomdan dolayı onlarca dosyalara gömülmüş bir haldeyken, nihayet ben de sonunda tatil iznimi alabilmiştim. İnanasım gelmiyordu ama işte şimdi beni çok özlediğim memleketime götürecek olan treni beklemekteydim. İçim içime sığmıyordu; çok özlediğim kasabamızdaki yakın akrabalarımın hasretiyle sevinçli özlemler içindeydim. Heyecanlı bir yapım olduğu için akşamdan kendime söz vermiştim; bu seyahatimin dibine kadar tadını çıkaracaktım ve hiç arkama bakmadan, geride bıraktıklarımda ise hiç aklım kalmadan, sadece şu bir haftalık tatilimin her anının kıymetini bilecektim. Canım ablama emanet ettiğim evimizi, bakıma muhtaç ve oldukça yaşlı annemizi ve babamızı, ergenlik çağlarındaki ikiz kızlarımı, dünya iyisi eşimi ve her şeyimi bırakıp evden çıkmıştım. Kulaklarımda hala ablamın tembihleri hatta tehditleri vardı.
- Bak Mine, dediğim gibi! Hiç aklın kalmasın burada. Bizi hiç düşünme tamam mı canım! Bak yorgunluktan, sıkıntıdan şiştin, boğuluyorsun. Öyle zırt pırt telefonlar edip de sorarsan bizleri, küstürürsün beni. Yüzüne bakmam bir daha. Tamam mı! Bu
kapıdan çıktığın andan itibaren yalnızca kendinle olacaksın ve her saniyenin tadını çıkaracaksın!
*
İstasyondaki banklardan birine oturmuş trenimin gelmesini beklerken
ablamın bu koruyucu tehditlerini düşünüp kendi kendime gülümsüyordum. Bugün İstasyon oldukça kalabalıktı; belki de hep öyleydi de ben farkında değildim. Tekerlekli bavullarını,naylon torbalarını, çantalarını taşıyan insanlar öncelikle biletlerini alıp boş buldukları banklara oturuyorlardı. Yolcuların çıkardıkları hareketlilik ve sesler İstasyonda tuhaf, yoğun bir uğultuya dönüşüyordu. Hala sabah mahmurluğunu üzerlerinden atamamış olan çocuklar, yorgun anne ve babalarının yanında, onlara yaslanarak sessizce olup biteni izliyorlardı. Aslında bende akşamki yolculuk hazırlığımdan ve vedalaşmalardan dolayı bayağı yorgun ve uykusuzdum. Trendeki yerime oturur oturmaz uyuya kalacağımdan emindim.
*
Tren tam saatinde geldiğinde bende diğer yolcular gibi yerimden kalkıp vagonuma doğru yürümeye başladım. Yanımda sadece ufak bir tekerlekli valizimle omzuma astığım kocaman bir çantam vardı. Vagondaki yerimi bulup oturduğumda sanki tüm gerginliğimde uçup gitmişti. Sanki artık bundan sonrası gideceğim yol boyunca her şey trenin mesuliyeti altındaydı. İstasyonda kondüktörün kalkış düdüğünü öttürmesiyle birlikte kapıların kapanmasının yaşandığı an, yolcuların da kendilerini bırakıp son derece gevşedikleri anlardır diye düşünmüşümdür hep. Tiren o andan itibaren sizi sanki anaç kucağına alır ve sıcacık kucağında sarıp sarmalar. Ben şahsen hep böyle hissetmişimdir. Başımızı, sırtımızı arkamıza, oturduğumuz koltuğumuza yasladığımızda nasıl da rahatlayıveririz. Bütün o koşuşturmalar, telaşlar hepsi artık istasyonda kalmıştır. Vagon dolusu insanlarla yolumuza devam ederken tren de hızlanmadan önceki ilk dakikalarda yaşadığımız yerlerden ağır ağır uzaklaşırken, sanki bize bir veda imkanı daha sunar. Sanki bizi gideceğimiz yere alıştıra alıştıra götürür. Tren hızlandığında şehrin son görüntüleri de yiter gider. Artık dışarıdaki fonda kırsal görüntüler yer almaya başlamıştır…
Hızla giden trenin verdiği rehavetle göz kapaklarımın ağırlaştığını, uyumak üzere olduğumu biliyordum. Lokomotif tekerleklerinin raylardan geçerken çıkardığı ritmik seslerde bana ninni gibi gelmeye başlamıştı. Kendimi uykunun derinliklerine bıraktım…
***
Bir çocuk ağlamasıyla uyandığımda, bayağı dinlenmiş olarak yerimde biraz doğruldum. Camdan bakındığımda dışarıda yağmur yağdığını gördüm. Tam da o sırada seyyar büfe, tekerlekli arabasıyla yanımda durdu ve güler yüzlü genç çocuk bir şey isteyip istemediğimi sordu. Çayımı alıp içerken aklıma düşen anılarımla baş başa kalmıştım yine.
“Bir evvelki iznimde de yine trenle yolculuk yapmıştım.O gün de yine bu günkü gibi doğup büyüdüğüm ve halen çok sevdiğim yakın akrabalarımın yaşadığı kasabamıza gittiğimde, beni arabasıyla almaya gelecek olan dayımı beklerken istasyondaki bir banka oturmuş öylesine etrafı seyrediyordum. Raylara en yakın olan bankın ucuna oturmuş paçavralar içindeki yaşlı bir kadın dikkatimi çekmişti. Elimde olmadan sadece onu izlemeye başladım. Anladığım kadarıyla kadın yolcu değildi; hatta belki de istasyonda yaşıyor olabilirdi. Kendisi gibi kirli torbalar içinde eşyaları yanındaydı. Bankın bir ucuna oturmuş öylece sabit gözlerle yere bakıp düşünüyordu. İstasyon büfesinden kendime aldığım kurabiyelerden ve kutu limonatadan ona da aldım; bunları bahane edip onunla konuşmak istiyordum. Yanına gittiğimde, selam mahiyetinde konuştuğumda hiç yüzüme bakmadı. Elimdeki kurabiye ve içeceği ona vermek istediğimde ise usulcacık elimden aldı ama hiç yemeye girişmeden onları kuru ekmeklerinin olduğu torbaya tıkıştırdı. Yüzüme sadece birkaç saniyelik bakışında ise hiçbir tepki yoktu. Kadının bakışındaki donuklukta sanki hiç hayat yoktu. O bakıştaki hiçbir izin olmadığı derin boşluğu ömrüm boyunca hiç unutamayacaktım. Dayımı beklerken kadının yanında oturup beklemeye devam ettim; o ise başı önüne eğik kim bilir hangi kendi düşüncelerinde sessiz, tınısız, kıpırtısız öylece yaşayan bir ölü gibi oturuyordu…
İstasyonda dayımla olan hasret dolu kucaklaşmamızdan ve karşılıklı hal hatır sormalarımızdan sonra park yerindeki arabasına bindiğimizde durgunluğumu gören dayım bana sordu,
- Ne oldu Mineciğim? Bir sorun mu var yoksa? Evdekiler iyi mi?
Düşüncelerimden sıyrılıp dayımı cevapladım
- Merak etme dayıcığım, herkes iyi de ben biraz evvel istasyonda bir kadına rastladım; aklım onda kaldı işte.
- Hangi kadın? Kimdi? Tanıdık biri mi?
- Yok tanıdık filan değil de…Evsiz galiba; kimsesiz gibi…
- Ha, şu mesele desene! O kadıncağızın üzücü bir öyküsü var Mineciğim…Maalesef!
- Ya, tahmin etmiştim zaten…Ne olmuş da böyle olmuş dayı? Merak ettim şimdi.
Bu öyküyü hatırlayış dayımın da neşesini kaçırmıştı.
- Kadıncağızın gerçek hikayesini bilmeyen yok kasabada. Vaktiyle kadın genç kızken şimdi ölmüş olan kocasına kaçıyor. Adam dayakçı kocalardan. İki çocuk sahibi olmalarına rağmen içip içip evine gelip basıyor kadına dayağı, basıyor çocuklarına dayağı. Bütün mahalleli biliyor, duyuyor görüyor. Bu duruma daha fazla dayanamayan kadın canına tak edince, iki küçük çocuğunu da yanına alıp evden kaçıyor ve kocasının korkusundan kasabayı terk etmek için İstasyona gidiyor. Çocuklarını banka oturtup, yanına kaçarken aldığı eşyalarının olduğu torbayı da kucaklarına koyuyor ve çocuklarına yerlerinden hiç kalkmamalarını sıkı sıkı tembihleyip gişeye gidiyor. Komşularının verdiği parayla bilet alacak. Bilet parası çıkışmayınca yolculardan tek tek istemeye başlıyor. Parayı denkleştirip biletini alacak ya; alt tarafı birkaç kuruş…Hiç kimse aldırmıyor kadına. Kadın bu kısacık zaman içinde bunlarla oyalanırken bir de çocuklarının olduğu banka bakıyor ki çocuklar yerlerinde yok…Tahmin edeceğin gibi Mineciğim. Kadın çılgınlar gibi bir o tarafa bir bu tarafa bakınıyor ı ıh, yok çocuklar. Çocukları görenler çok net konuşuyor. Hepsinin söylediği aynı çıkıyor. “Bir kadın çocukların ellerinden tuttu, giysi dolu torbayı da koluna taktı gitti.” Diyorlar…Çocukların yakını sanmışlar görenler hep; ne bilsinler?...Kadını hiçbir huzur evinde tutamıyorlar Mineciğim, nerdeyse otuz senedir bu istasyonda kalıyor. O bankta çocuklarını bıraktığı bankmış. O bu yaşında hala trenlerin getireceği çocuklarını bekliyor. Onlara kavuşacağı günü bekliyor…”
Bu öyküyü anlatırken gözleri dolan dayımın ellerini tutmuştum. Kendim de ağlıyordum. Dayım arabayı ilk rastladığımız bir yol üstü kahvesinde durdurmuştu. Kahvelerimizi ağaç gölgesindeki plastik sandalyelerimizde oturmuş içerken ikimiz de düşüncelere dalmıştık…
Çayımı içerken işte yine bir anda bunları hatırlayıp hüzünlenmiştim. İyi de, olan bitenden ders alıyor muyduk sanki? Hayattan yakınmalarımız bitiyor muydu hiç? Düşünüyorum da, biz insanlar hayattan ne kadar çok şey bekliyorduk. Ofisimdeki bunalmalarım aklıma geldiğinde ettiğim şikayetlerden dolayı elimde olmadan kendimden utandım; bu yoğun iş bunalmalarımı istasyondaki kadının acısıyla mukayese edebilir miydim?…Ben tatilim bittiğinde geri döndüğümde çocuklarıma kavuşacaktım ama; peki ya o kadın?
|