( 1. bölüm )
Elif, içindeki tarifsiz bir sıkıntıyla, loş odadan dışarıya, evlerinin bahçesine çıktı. Boyaları yer yer dökülmüş ahşap bahçe kapısı sonuna kadar açılmıştı; dibine irice bir taş koyularak kapanması önlenmişti. Elif, kapının eşiğine oturdu; hava çok sıcak ve bunaltıcıydı. Bir zamanlar dedesinin penceresinin altına diktiği yasemin çiçeği büyümüş, tıpkı bir sarmaşık gibi, ahşap evin ikinci katına kadar tırmanmaya başlamıştı. Baygın ve güzel kokusu, hiç esinti olmayan bu öğle sıcağında bütün bahçeyi sarmıştı.
Elif, tembelce ve hiç acele etmeden, oturduğu kapı eşiğinden kalktı, çıplak ayaklarıyla taş kaplı avluda yürüdü. Bahçenin etrafına adam boyu kerpiçten ve büyüklü küçüklü taşlardan duvar örülmüştü; adeta dışarısıyla evlerinin arasına bir set oluşturulmuştu. Sokağa açılan ahşap kapı kapalıydı ve sokak görünmüyordu ama oyun oynayan çocukların heyecanlı ve neşeli sesleriyle, bağırışları çok net duyuluyordu. Kız, daha sonra bahçenin ortasındaki su tulumbasından tahta kovaya su doldurdu ve paslanmaya yüz tutmuş teneke kutulardaki sardunyaların, küpe çiçeğinin, camgüzelinin kuruyup çatlamış topraklarını suladı; erik ağacının dibine de bir kova su döktü. Kovadaki su bittikçe tulumbadan su çekip doldurdu ve bahçeyi bir uçtan bir uca yıkadı. Sıcaktan dolayı su, düştüğü yerde çok geçmeden buhar oluyor, taşlar hemen kuruyordu ama yine de, bahçeye biraz olsun serinlik gelmişti. İşini bitiren Elif, kendi eline, yüzüne, ayaklarına su döküp yıkadı; sanki, kendisi de biraz olsun serinlemiş, sıkıntısı da azalmıştı . Aslında neye sıkıldığını da bilmiyordu ya. Evde epeyidir kendisi hakkında bir şeyler dönüyor gibiydi, bunu hissediyordu. Odaya aniden girdiğinde, annesi, babası ve iki ağabeyi de hemen suspus oluyorlar, başlarını öne eğip konu değiştiriyorlardı. Son günlerde babasının kaşları, daha da çatıklaşmıştı ve daha düşünceli bir hâl almıştı; nedense, kendisine bir şey söyleyecekmiş de söyleyemiyormuş gibi geliyordu ona. Ama ne olabilirdi ki? Ortada hiçbir şey yoktu; her şey tekdüze sürüp gidiyordu işte.
Elif, başındaki pembe tülbendi kovadaki suya batırıp çıkardı, sonra hafifçe sıkıp suyunu akıttı ve ıslak ıslak başına bağladı; annesi de serinlemek istediğinde böyle yapardı. Erik ağacına sırtını yaslayıp düşüncelere dalan kızı, sokaktaki çocukların sesleri düşüncelerinden kopardı. Çocuklar ne kadar heyecanlı oynuyorlardı; yakar top oynadıklarından hiç şüphesi yoktu kızın. O da birden sokakta oynamayı, ip atlamayı ne kadar özlediğini hissetti ve dayanamayıp, gidip dış kapıyı açtı. Çocuklar, onların kapısının önündeki düzlükte kendilerinden geçmiş, bütün dikkatlerini oyuna vermiş bir şekilde oynuyorlardı. Elif, on dört yaşına yeni basmıştı; sokakta oynayan kızlı, erkekli çocuklar da aşağı yukarı kendi yaşıtlarıydı ve doğduğu günden beri ailece de tanışık olan köydeki arkadaşlarıydı. O da, oyun oynayan çocukların arasına daldı. Oyunun heyecanına kendini kaptıran Elif, sıra kendisine geldiğinde, topu ustalıkla savuruyordu. Ter içinde heyecanla oynarken, pembe tülbendi yana kaymış, saç örgüsü lastik bağından kurtulup omuzlarına dağılmıştı. Perçemleri terli alnına yapışan kız, soluk soluğa kalmış ama oyunu da kazanmıştı. Tam o sırada işten dönen babası, sokağın başına gelince kızıyla göz göze geldi; adam, bütün suratsızlığıyla ona baktı. Elif toparlandı ve elinde tülbendiyle koşarak evlerinin bahçesine girdi; o heyecanla tulumbadan hızlı hızlı su çekerek elini yüzünü yıkamaya başladı. Babası bahçe kapısından içeriye girerken, o evin ön tarafına kaçıp, eline süpürgeyi aldı ve verandayı sözde süpürmeye başladı; kalbi küt küt atıyor, uzun eteği ayaklarına dolanıyordu. Korkudan ter içinde kalmıştı. “Asla boş verip içeriye girmez” diye düşündü. Kendisine yaklaşan babasının ayak sesini arkasında hissetti, bir eliyle onu omzundan yakalayan babası, öbür eliyle de ona sert bir tokat attı. Kız sendeledi ama düşmedi. Adam, tek söz etmeden eve girdi, ayakkabılarını eşikte bırakmıştı. Elif’in yanağındaki sıcaklık, kora dönüşüp yüreğine kadar indi; beyni zonklamaya başlamıştı…
Elif, oturduğu şilteden annesine bakıyordu; sanki köyün en güzel kadınıydı annesi. Evdeki dağınıklığı toplarken, yer yataklarını katlarken yüzü pespembe olurdu; illâ da mor yazma bağlardı başına. Kara, parlak saçlarını kalın örgü yapar, lastikle bağcık yapar, beline kadar salardı. Babasıyla annesi yan yana geldiklerinde, annesinin güzelliği, gençliği, canlılığı daha da ortaya çıkardı sanki. Babası bazı günler eve yorgun ve suratsız gelirdi; böyle zamanlarda yanakları sarkar, daha da çirkinleşirdi…
Bazen annesi, kızının saçlarını tararken bir türkü tuttururdu; hiç bitsin istemezdi Elif.
- Ah, ahhh kızcağızım, inşallah senin bahtın iyi olur! Derdi.
Sık sık, pencerenin önünde derin düşüncelere dalardı. Elif, kaç kez annesini sessiz sessiz ağlarken görmüş, içi burkularak da olsa, geri çekilip onu yalnız bırakmıştı.
Ağabeyleri Sami ve Kenan, babalarıyla birlikte köydeki kendilerine ait olan en büyük bakkal dükkânını işletirlerdi. Sami ağabeyi yirmi beş yaşındaydı ve babasına benzerdi. Kısa boylu ve küt yapısı, şimdiden dökülen saçları, eli, yüzü, bakışı, somurtukluğu, her şeyiyle tıpkı babasıydı.
Şimdi yirmi yaşında olan Kenan ağabeyi ve Elif, annelerine benzerlerdi. Sessiz ve efendi görünen Kenan’a köydeki bütün kızlar âşıktı. Kendi bakkalları da olsa, orada çalışmaktan oldum olası nefret etti Kenan. Dükkanda, her Allah’ın günü babası ve ağabeysiyle beraber olmaktansa, tarlada çapa yapmaya bile razıydı. Babasının ve Sami ağabeyinin, gözlerini dört açarak bir gramı dahi ziyan etmedikleri dükkândaki sıkılıklarından, onların yanında nefes bile alamamaktan dolayı Kenan, gün güne daha da beter onlarla çalışmaktan nefret eder olmuştu.
Kardeşlerin üçü de, babalarından çok korkardı ve buna anneleri de dâhildi. Evde olabilecek ziyankârlık, dikkatsizlik, çileden çıkarırdı babalarını. Annesinin ocakta unutup yaktığı yemek, elinden düşürüp kırdığı tabak, ütüde sararttığı gömlek yakası, dayak yeme sebeplerinden sadece bazılarıydı. Kenan ağabeyi birkaç kez dükkâna gitmeyi boş vermiş, babasına yakalanınca da, o yaşında bile, evde kemerle dövülmüştü. Böylece baba, evde, işinde, onların üzerinde egemenliğini kurmuş, ailenin tüm fertlerini suspus hâle getirmişti. Ama Elif, annesini çok severdi, annesi kızını bir gün dahi incitmemişti, o annesinin bir tanesi, nazlı kızıydı…
Bir akşam hepsi yer sofrasında oturmuş, sininin üstündeki bakır kâseden çorbalarını içiyorlardı. Tarhana çorbasının ve kızdırılmış acı biberli yağın kokusu, bütün odayı sarmıştı; tıpkı, evdeki anlaşılmaz durgunluğun, fırtına öncesi sessizliği gibi. Ailece sessiz sedasız çorbalarını içip yemeklerini yediler; neden sonra, babası annesine bakıp, belli belirsiz bir işaret yaptı; annesi anladı ve sinideki boş kap kaçaklardan alıp mutfağa gitti; aynı anda, ağabeyleri de sofradan kalkıp, odanın bir köşesine çekildi ve hiç konuşmadan öylece yere, önlerine bakıyorlardı. Sanki biraz sonra olması gereken bir durumu bekliyorlardı. Ne vardı, ne oluyordu? Ona sanki çok kötü bir haber verilecekti. Dedesiyle ninesinin, tarlada traktör kazasında öldüklerini de, böyle temkinli davranarak söylemişlerdi ve iki katlı bu ev kızın çığlıklarıyla, haykırışlarıyla dolmuştu…
Sonunda sofra toplandı, her zaman annesine yardım eden Elif, nedense bu gizli işaretleşmelerde oturması gerektiğini hissedip, yerinden kalkmamıştı. Sofrayı bilinçsizce, oldukça üzgün toplayan kadın, işini bitirince gidip odanın bir köşesine sinip oturdu. Elif, ağabeyleri ve annesinin böyle toplanmış sofradan kalkıp hepsi bir köşede oturunca, ben de kalksam mı diye düşünürken, sonunda babası ona dönüp, konuşmaya başladı.
- Elif, kızım, bak ben sana bişey diyecem.
Babası durdu, düşündü, konuşmasına devam etti. Kızın yüreği küt küt atıyordu ve gözünü kırpmadan babasına bakıyordu.
- Eh az kaldı, bir gün seni de istemeye gelecekler!
Bunu diyen babası bir an için sustu, sakalını sıvazladı, karısına baktı; sanki sözlerini çok dikkatle söylemesi gerekiyor gibi bir hali vardı. Elif tedirginlik içinde annesine baktı; kadın, loş odada, dipteki en kuytu yere oturmuştu; sanki, her an oradan kaçmaya hazır gibiydi. Kızıyla göz göze geldiklerinde, Elif, annesinin gözlerindeki acıyı gördü; kadın, yine başını önüne eğdi ve suspus oturmaya devam etti. Elif, ağabeylerine baktı; onlar da annesi gibi, boş boş yerdeki halının desenlerine bakıyorlardı. Bilmediği bu durum karşısında, kızın kafasında bin bir tane soru oluşuyordu. Babası neler söylüyordu? Evde epeydir bir sıkıntı vardı, sanki bu gece bunu öğrenecekti.
- Baba, ben okula gitmek istiyorum! Diyebildi sıkıntıyla.
Babası adeta patladı.
- Daha ne okuyacaksın ki? İlkokul bitti, orta bitti! Daha ne okuyacaksın?
- Baba, ben öğretmen olacağım!
Kızın bu ikinci çıkışı herkesi şaşırttı. Şimdi hepsi hayretle, tedirginlikle ona bakıyordu; doğrusu, o da suratına bir tokadı bekledi ama her şeyi göze alıp babasına çıkışını yapmıştı. Beklediği olmadı, babası şaşılacak derecede sabırlı ve temkinli davranıyor, sanki kızının suyuna gidiyordu.
- Kız, öğretmen olacaksın da ne olacak? Karnın mı doyacak? Evlenip kendi evinin rahatı varken!
Elif, sinirinden kıpkırmızı olmuştu, sabırla sustu, biliyordu ki uzatsa babası daha da ters gidecekti. Ne annesinden ne ağabeylerinden hiç ses çıkmıyordu.
Babası boğazını temizledi, kararlı bir şekilde konuşmasına devam etti:
- Hani senin şu arkadaşın Hatçe var ya...
Kızın yüzüne baktı, o da ne diyecek diye babasının yüzüne baktı.
- Hatçe’nin babasını bilirsin… Şu bizim Hüseyin emmiyi canım!
Elif’te çıt yoktu, öylece babasına bakıyor, bu lâfın sonu neye gelecek diye merakla bekliyordu.
- Hüseyin Emmi evlenmek istermiş.
- Onun karısı var zaten!
- Canım var da, nasıl var? Kadın senelerdir yatalak, bir deri bir kemik; bir odada yatar durur, ömür tüketir! Ha var, ha yok! Hatçe kızı ona böyle güzel bakmasa, çoktan ölüp gitmişti ya… Kapı gibi adam…. E, onun da canına yetmiş artık, haliylen evlenmek ister!
Kızın içi burkuldu. Selime Teyzesine gider, Hatice’yle onun yanında işlenirler, radyo dinlerlerdi. Hatice, annesine yemek hazırlarken, o da, kadıncağıza gazete okur, onunla sohbet eder, onu bir nebze olsun oyalamak isterdi.
- Eee… Hüseyin amca kiminle evlenecekmiş peki?
Elif bu soruyu sorarken, bütün masumiyetiyle, üzüntülü bir merak içinde, babasına bakarken, o kadar çocuktu ki, sanki on dört yaşından daha da küçüktü. Bir türlü başında zapt edemediği pembe tülbendi yine yana kaymış, saç örgülerini bağladığı lastik açılmıştı. Heyecandan, sıkıntıdan yüzü pespembe olmuştu. Bu manasız konuşmaların sonu nereye varacak diye beklerken, üzerine sıkıntılar basmıştı. Sonunda babası, önündeki boş siniye gözlerini dikip, kızın yüzüne bakmadan konuştu.
- Kızım, Hüseyin emmi, seni kendine istermiş…
Aynı anda annesinden sanki bir hıçkırık sesi geldi, kadın odadan kaçar gibi, apar topar dışarı çıktı ve yan odaya saptı.
- Duydun mu kız? Sana diyom! Hüseyin Emmi, seni kendine eş ister!
Babasının bu son sözünden sonra, olayı birden kavrayan Elif, sanki fırlatılan bir lastik top gibi, oturduğu yerden fırlayıp dışarıya çıktı ve bilinçsizce, koşarak evlerinin yanındaki ahıra girdi; üzerine kapıyı kapatıp içeriden de tahta sürgüyle sürgüledi. Ahırın içinde bir o yana, bir bu yana şuursuzca yürüyor, ellerini yüzüne kapatmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Saman balyalarına çarpa çarpa, içeride dört dönüyordu ki, kapıya hızlı hızlı vurulmaya başlandı. Elif durdu, tahta kapının aralığından gördüğü Sami ağabeyinin, yeşil mintanını tanıdı; babası da onunla orada mı diye kapının aralığından dışarıya baktı; ağabeyi yalnızdı, hiç düşünmeden kapıyı açtı. Sami ağabeyi, kardeşini bu anında anlardı, onu kurtarırdı. Kapıyı açar açmaz, gözyaşları içinde ağabeyine sarıldı, saniyeler kadar kısa bir an öyle durdular. Elif, bir an için güven duydu ama Sami, onun saçlarını ensesinden tuttuğu gibi, kızı kendinden ayırdı ve yüzü ağlamaktan yaş içinde olan Elif, şaşkınlık ve korku içinde ağabeyine bakakaldı. Yanağında patlayan güçlü tokat, beyninde patlamıştı sanki. Tokadın etkisiyle sırt üstü yere düşen kardeşine ağabeyi emretti,
- Kalk! İçeri gir çabuk! Babamın elini öp, özrünü dile! Bacak kadar boyunla büyüğüne karşı mı çıkıyon sen kız?!
Elif, korku içinde eve girmek için kalkıp arkasını dönünce, ağabeyi sert bir tekme daha savurdu. Yere düşen kız, ikinci tekmeyi yememek için düşe kalka zorlukla doğruldu. Beline fena halde bir ağrı saplanmıştı; kapıya tutunarak doğrulup, zorlukla içeriye girebildi. Babası hala olduğu yerde oturuyordu; kızına dönüp bakmadı bile. Sigarasını yakmış, iri taneli sarı boncuk tespihini çekiyordu. Elif, yalpalayarak babasının yanına, düşer gibi oturdu; adamın tespih çeken eline uzandı ve salya sümük, babasının elini öptü. Ağabeyi tepesinde durmuş bekliyordu. Babası, sabır çekermiş gibi, yine kızının yüzüne hiç bakmadan konuştu,
- Bu sefer cahilliğine verdim… Bir daha sakın ha! Hadi git şimdi, diyeceğimi dedim zaten!
Elif, patlayan dudağının kanını tülbendinin ucuyla sildi ve yerinden sürünür gibi kalktı, bahçeye çıkıp elini yüzünü yıkamak istiyordu. Dışarıda, Kenan ağabeyi, bahçenin en dibinde bir taşın üstüne oturmuş, belli ki ağlıyordu. Elif bir an durdu, o asla Sami ağabeyi gibi gaddar olamazdı ama o da bu dayakları çok yemiş, sindirilmişti; kız kardeşini kurtaramayacak kadar korkak ve, pısırıktı…
( Devamı var )
|