Evliliğe bir ay bile dayanamayan Elif, iki sokak ötedeki baba evine kaçarak, kocasından da, evliliğinden de kurtulmak istemişti. Gecenin bir saatinde, Hüseyin Emmi, yüksek sesle horuldayarak uyurken, Elif, yatağından usulca süzülüp, geceliğinin üzerine bir hırka giymiş, soluğu kendi bahçelerinde almıştı. Annesinin uyuduğu pencerenin önüne gelince, ayak parmaklarının ucunda durup, yavaşça camı tıklatmıştı. Sese hemen uyanan annesi, perdeyi aralayıp da karşısında kızını görünce her şeyi anlamıştı. Kadın tedirginlik ve telaş içinde kapıyı açıp, karanlık bahçeden kızını içeriye alırken, bir yandan da, iyi ki kocası ve oğulları sesi duymadılar diye içinden şükrediyordu. Karı koca arasında böyle şeyler olurdu. Onlar uyanmadan, kızını geri dönmesi için nasıl olsa ikna ederdi. Sabah olunca ana kız ikisi de kocasına yalvarıp, yakarıp, Elif’in kocasından boşanıp, baba evinde kalmasını isteyeceklerdi. Bu kızın hiç ümit etmediği, yine de denemek istediği bir durumdu; zira artık kocasını, kızın ne ruhu, ne de çocuk bedeni kabul ediyordu. Fakat Hüseyin Emmi, gece uyanıp da Elif’i yatağında göremeyince, kızın kaçtığını anlamış, gece vakti o telaşla panik içinde kapıya dayanmıştı. Adam, müthiş bir öfke içinde, adeta burnundan soluyarak bahçe kapısını güm güm yumruklamış, açılan kapıdan hışımla içeri dalmıştı bile. Tabii ki kendisine kapıyı açan bizzat evin oğulları ve babası olmuştu. Hüseyin emminin telaşı yalnızca Elif değildi tabii ki, adam, kızın babasına verdiği başlık parasına mı, altınlara, takılara mı yansındı, tarlalarına ineklerine mi.
Hüseyin emmi, kızın evine apar topar, gelmeden önce, gece uyanıp da Elif’i yatakta göremeyince, helâya gitmiştir diye düşündü. Kız gündüz neyse de, gece de olabildiğince kendisinden kaçıyordu. “Daha toy tabii, yarın öbürsü gün bebeğini kucağına alınca o da büyür, utanmayı da kaçmayı da bırakır”. Diye düşünürken, kızın da heladan gelmesini bekliyordu. Yatakta sağa döndü, sola döndü, kızın geleceği yoktu. İçine kurt düştü, gidip bahçedeki helâya baktı, seslendi ama hiç cevap alamadı; aynı anda, Elif’in evde giydiği terliklerini kapının eşiğinde gördü. Kızın her zaman giydiği günlük sokak ayakkabısının kapı dışında olmadığını fark etti ve işte o anda kafasına dank etti; hemen apar topar giyindi ve o telaşla soluğu kızın evlerinde aldı…
Hüseyin emmi elinden kaçırdığı Elif’in ve onca başlık parasının derdinde, girdiği bahçede bağırıp kıyametler koparırken, kızın o andaki yaşadığı korkularını aklına bile getirmiyordu…
Bu olaydan hemen sonra baba, kızı hakkındaki hükmünü vermişti; oğullar da uygulayacaktı. En önemlisi de bu karardan ne karısının, ne dekızının haberi olacaktı…
Adam karısına, mesele kapanıncaya, ortalık biraz yatışıncaya kadar kızı, uzaktaki akrabalarının yanına yollamanın en iyi fikir olduğunu söyledi. Bu arada Hüseyin emmi yatışır, sonunda bir karar alırlardı. Karısının aklı yatar gibi oldu ve kocasının düşüncesine hak verdi; burası köylük yerdi, o da biliyordu ki çok lâf olurdu, çok... Neyse ki kocası da, oğulları da kızını dövmemişlerdi, buna rahatladı. Kızına baktı, Elif, korkudan olduğu yerde büzülmüş, adeta ufalmıştı. Kadının içi sızladı ve çaresizliğine lanet ederken, onu bağrına basıp sarılmamak için kendisini zor tutuyordu ama şu gergin anda, kocasının ve oğullarının yanında bunu yapamayacağını biliyordu.
Babasının, annesine söylediklerini Elif de duydu; o da babasına hak verdi, ne de olsa onlar büyüktü ve işte babası kendisi hakkında en iyi kararı vermişti; oysa, ne korkularla kaçıp gelmişti baba evine. Bir an babasına minnet duydu ve o anlık yoğun duygu içinde, babasının elini tutup öpmek için niyetlendi fakat aynı anda adam, karısına dönüp konuştu.
- Hanım, sen yat artık, ben çocuklarla biraz konuşup gelirim, yarına işimiz çok. Sonra kızına dönüp,
- Sen de çık odana yat artık bakalım, dedi.
Elif, babasının sesindeki kararlı otoriteden tedirgin olunca, onun elini öpmekten vazgeçti. Anne kız, onları sofada bırakıp odalarına geçtiler ve içeriye girdiklerinde kapılarını kapattıklarında ise, kızını rahatlatmak isteyen annesi,
- Kızcağızım, hiçbir şeye üzülme, bu da geçer; hem daha cahilsin, toysun, sonra aklın erer, evinin rahatının kıymetini bilirsin. Hem sen evinde kocana iyi olursan, bir elin yağda bir elin balda olur. Hiç sıkıntı nedir bilmezsin.
Annesi, kızının kulağına eğildi ve teselli mahiyetindeki konuşmasını sürdürdü.
- Babanın yanında olmak daha mı iyi sanki?
Kadın, sözde kızını teselli ederken, farkında olmadan onu daha çok ümitsizliğe sürüklüyor, kızın üzüntüsüne üzüntü katıyordu. Hiçbir şey konuşmayan Elif, çaresizliğin verdiği umarsızlıkla küskün, yenik öylece annesinin karşısında duruyordu. Kadın kızıyla konuşurken, Elif’in koca evine giderken, kendi dolabında bıraktığı eski giysilerini çıkarıp bir çantaya katlayıp koydu.
- Al bak, bunlar dolabındaki giyimlerin, hepsini sakladıydım, bıraktığın her şey aha şu çantada. Gideceğin yerde kendine her şeyi dert etme Elif’im; bak onların da senin yaşında kızları var, sıkılmazsın. Ortalık yatışınca da gelirsin, gene ağabeylerin gider alır seni.
Kadın, kızına bunları söylerken, kendisi de inandığı için, kendisini de kızını da biraz olsun rahatlatmıştı. Eğilip kızını öptü, ona sarılıp, saçlarını okşadı.
- Hadi kızcağızım yat uyu, dinlen şimdi, sabah erken kalkacaksın. Dedi.
Elif’in ağladığını görmezlikten geldi, odadan çıkıp kapıyı arkasından kapattı. Kendi odasına girdiğinde, çocuklarının sabah yapacakları yolculukları için, onların yanına vereceği yollukları düşünüyordu.”Onlardan evvel kalkıp yumurta haşlayayım, iyi ki fazla ekmeğimiz var”, diye düşünüp rahatladı. Gözyaşlarını elinin tersiyle sildi, şimdi kızının yaşadıklarını, daha evvel o da aynen yaşamıştı. Onun kocası gene iyi adam sayılırdı, kızını affetmişti, inşallah Hüseyin emmi de, Elif’i affederdi…Baba ise, aşağıda, kapısını kapattığı odada, oğullarına son sözünü söyledi ve “Elif’in infazına” Karar verildi…
***
Elif, arabanın içinde hep bunları düşünüyordu. Açlıktan ve uykusuzluktan yüzü sapsarı olmuştu. Araba, taşlı topraklı yolda sarsıla sarsıla ilerlerken, kızın da içi dışına çıkmıştı; başı ağrıyor, midesi bulanıyordu. Arabanın arka koltuğunda, yarı uyur vaziyette, başı omzuna düşmüştü. Küçük ağabey Kenan, hem arabayı kullanıyor, hem de içinden babasına lânetler ediyordu. Şimdi, şu anda babasının gebermesini ne kadar isterdi. Sami ağabeysi de tıpkı babasına benziyordu; içlerinin kötülüğü suratlarına vurmuştu sanki; üstelik, ikisi de kinciydi. Kenan, bir ara dikiz aynasından arkaya baktı, ağabeyi, babasının yanında içemediği sigarasını, arabada fosur fosur içiyordu, arabanın içi dumanla dolmuştu. Sami’nin gözleri fıldır fıldır dışarıya bakıyor, bu alaca karanlıkta birini görürler mi diye bakışlarıyla adeta etrafı tarıyordu. Arabanın ışıklarını yakmamışlardı, yarım ayın puslu ışığında yollarına devam ediyorlardı. Bir müddet sonra artık kullanılmayan eski, kötü bir yola girmişlerdi. Kenan, dikiz aynasından, uyuklayan kız kardeşine baktı; kızın yüzü kağıt gibi bembeyazdı, yol onu oldukça sarsmıştı. Kız kardeşi, Hüseyin emmiye karı olduğundan beri, sanki daha da ufalmış, zayıflamıştı. Kenan, birden kardeşine yoğun bir şekilde acıdı; midesi kasılıyordu, kendi kendisini kasmaktan boğazındaki damarları genişlemişti ve elinde olmadan direksiyonu sıkıyor, her taşı her çukuru bahane edip, sinirle söylenip küfür ediyordu. Ağabeyi omzunu dürtükleyince öfke dolu düşüncelerinden sıyrıldı ve dönüp arkasına baktı. Sami hem parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yapıyor, hem de ilerdeki kayalıkları işaret ediyordu.
Kenan yavaşladı, vitesi küçülttü. İlerde, yola devrilmiş ağaçlar, dağlardan kopan azman kayalar, köküyle birlikte devrilen ağaçlar, onlarca çalı çırpı yolu iyice kapatmıştı. Arabayla daha ileriye isteseler de gidemezlerdi; üstelik, gün ağarmaya başlamıştı. Hiç kimseye görünmemeleri ve acele etmeleri gerekiyordu. Araba stop edip durunca Elif kıpırdandı, Sami, kızdan önce davranıp elindeki urganla, kardeşinin ellerini bağladı. Kız, uyku sersemliğiyle şaşırmış bir şekilde, sanki rüyada gibi, ellerine ve iplere bakıyordu. Sami aldırmadı, ağzının kenarına oturttuğu sigarasını, öfkeyle arabanın camından dışarıya fırlattı. Elif, öbür ağabeyine baktı; Kenan, direksiyona kapanmış, sarsıla sarsıla, hıçkırarak ağlıyordu. Kız, inanmaz gözlerle nerede olduğunu anlamak için dışarıya, alaca karanlığa baktı. Dağlık taşlık bir yerdeydiler ve ortalıkta babasının söylediği köy filan da yoktu; ne bir ev ne bir insan vardı buralarda. Hala anlamış değildi; hem niye ellerini bağlıyorlardı ki? Kenan ağabeyi neden böyle ağlıyordu?
Sami, sonunda arabanın kapısını açıp, tıslar gibi konuştu. Sesi etraftan duyulmasın diye, alçak sesle konuşuyordu.
- Çık dışarı! Çabuk ol!
Bu arada ipin ucunu kızın eline sıkı sıkı sarmış, kaçmaması için de tedbirini almıştı. Elif, şaşkınlıkla ama sessizce Sami’ye itaat edip arabadan zorlukla indi; hava ayazdı, üşüyünce, arabaya dönüp hırkasını almak istedi, Sami sinirle söylenip, ipi çekiştirdi.
- Gel benlen! Hadi yürü kız! Çabuk ol! Çabuk!
Elleri bağlı, ağabeyinin çektiği ipin ucunda bir koyun gibi yürüyen, yorgunluktan, üzüntüden, uykusuzluktan bitap düşmüş Elif, hâlâ olan bitenin farkına varamamıştı. Köy şu tepenin arkasında mıydı? Elleri niye bağlıydı?
Kenan, dışarıya hiç çıkmadı, arabada sinirinden kaskatı kesilmişti. Dikiz aynasından, ağabeysinin ve kız kardeşinin gidişlerini izledi, gözyaşlarına mâni olamıyor, çaresizlikten ve öfkeden direksiyonu yumrukluyordu. Kardeşinin pembe tülbendi omuzlarına düşmüş, yine örgüsü bağından kurtulmuş, kara saçları dağılmıştı. Sendeleye sendeleye gidiyordu. Sami onu, ellerine bağlı ipinden çekerek götürüyordu. Kız bir ara irice bir taşa takılıp tökezledi, yeşil lastik ayakkabısının teki ayağından çıkınca durup almak istedi ama ağabeyi yine izin vermedi.
- Yürü! Yürü diyorum, çabuk ol!
İşte o zaman anladı Elif, anladığı anda da kalbine bir şey saplandı sanki; korkudan gözleri büyüdü, kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. O telaşla kaçmak istedi ama bunu anlayan ağabeyi ipi daha sıkı tutup, kızı daha da hızlı çekerek onun ister istemez koşmasını sağladı. İkisi, yarı karanlıkta yolu kapatan devrik ağaçlardan atlayarak, kayaları aşarak, hiç kimselerin gelip geçmediği, bu eski, virane yolda Sami’nin zoruyla ilerlemeye çalışıyorlardı; sonunda, birden önlerine çıkan dev kayaların, onlara artık geçit vermediğini gördüler. Zamanında, bu eski yolu kapatıp, yeni yol yapmak için, dinamitle patlatılan tepelerden düşen azman kayalar, sabahın bu alaca karanlığında, ürkütücü bir görüntü oluşturmuştu. Onların ürkek hışırtılı sesinden ürken büyükçe bir kuş, ağaç dallarından havalanıp uçarken, adeta çığlık atar gibi ötmüştü.
Durup soluklandıkları yerde, bu ürkütücü görüntülerden, Sami’nin sinirleri had safhada bozulmuştu. Elif’in çıplak ayağı taşlı topraklı yolda yarılmış kanıyordu, korkudan daha da irileşen kara gözlerini, ağabeysinin bembeyaz olmuş suratına dikmişti; ayazdan ve korkudan kızın narin vücudu sarsılır gibi titriyordu. İkisi de nefes nefese soludukça, ağızlarından çıkan buhar birbirine karışıyordu. Elif, bir an geldi, korkudan çıldıracak gibi oldu. Bağlı olan elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya ve aynı anda ağabeysinin ayaklarına kapanıp, ayakkabılarını öpmeye, çığlık çığlığa yalvarmaya başladı. Adeta şuurunu kaybetmişti. Kızın sesinden ürken Sami, kardeşine kuvvetli bir yumruk atıp, onu susturmayı başardı. Elif sırt üstü yere düştü; Sami, bu fırsatı kaçırmadı ve ani bir kararla yerden aldığı büyükçe bir kaya parçasını, kardeşinin başına defalarca vurdu, vurdu, vurdu. Elif’in başına son vurduğunda ise, kayayı vurduğu yerde, kızın ezik yüzünün üzerinde bıraktı. Kızkardeşinin yüzünün halini görmek istemiyordu ama artık onun öldüğünden emindi; henüz daha işini bitirmemişti. Etraftaki iri ve ağır taşlarla kız kardeşinin cesedini örtüp, açık kalan yerleri de kuru dallarla gizledi. İşini bitirince biraz ilerisindeki kütüğe çöker gibi oturdu. Elleri, kolları, üstü, başı hep kan olmuştu. Titreyen elleriyle cebinden çıkardığı sigarasını yaktı ve derin bir nefes alıp dumanı ciğerlerinin en diplerine kadar çekti. O, hayatı boyunca hiç bu kadar gergin olmamıştı; farkında olmadan ağzından şu sözler çıktı.
- Bu iş de bitti…
İkinci nefes de sigarasını yere attı ve hızla bulunduğu yerden uzaklaşıp, arabaya doğru koşmaya başladı. Nihayet arabaya yaklaştığında, Kenan’ın dışarıda bir ağaca dayanmış, öğürerek kustuğunu gördü. Kardeşinin yanına gittiğinde, onun gözlerindeki korkunç kini görmezliğe geldi ama Kenan ağzındaki kusmuklara aldırmadan, kanlı elbiseleriyle yanında durmuş kendisine bakan Sami’ye, olanca kuvvetiyle bir yumruk attı. Sami kıç üstü yere düştü, sersemlemişti, çenesinden akan kanı, elinin tersiyle silip yerinden kalktı, hiçbir şey olmamış gibi arabanın şoför mahalline geçip oturdu ve kontağı çevirip motoru çalıştırdı; sabırla kardeşinin arabaya binmesini bekledi. Kenan, dışarıda derin derin nefes alıp veriyordu, her nefesi buğu olup havaya karışıyordu; sonunda, çalışır vaziyette duran arabanın arkasına hiddetle oturdu ve kapıyı çarparak kapattı. Sami hiçbir şey konuşmadan, yine arabanın farlarını yakmadan, sessizce geldikleri yollardan tekrar geri gitmeye başladılar. Kenan’da arabanın arkasına boylu boyunca yatıp, kollarını kavuşturarak yüzünü kapattı; hayatında hiç olmadığı kadar çaresiz ve üzgündü.
Sami biraz olsun gevşemişti, yolda giderken düşüncelerinde bu namus işinin, Kenan’a da ders olduğunu düşünüyordu. Elbet bir gün o da evlenecekti, çocukları olacaktı; hiç olmazsa şimdi bu olaydan sonra ileride, karısına da kızına da sahip çıkardı. Böylece kendi namusuna da, ailesinin namusuna da sahip çıkmış olurdu; ona göre işin doğrusu da buydu zaten.
Sami tekrar bir sigara yaktı, hem hiçbir pürüz çıkmadan yerine getirdiği infazdan dolayı, hem de, gereksiz yere ailesine sık sık ters düşen Kenan’a, bu olayın, büyük ders olması durumundan dolayı, şimdi bayağı bir rahatlamıştı. Bozuk yoldan çıkıp şoseye girince birden arabanın sarsıntısı durdu; şimdi artık, yolu kayar gibi gidiyorlardı.
Kenan, ağabeysinin suratını görmemek için kollarınla yüzünü kapatmış bir halde, arka koltukta sırtüstü yatmaya devam ediyordu, midesi ve başı ağrıyordu, üzüntüden bütün vücudu sanki alev alev yanıyordu…
Arkalarında bıraktıkları bozuk yolda, hala sabahın ayazı sürüyordu. Kuru bir dala takılmış kalmış Elif’in pembe tülbendi, her esintide uçuşuyordu. Biraz ileride kızın ayağından fırlayan lastik ayakkabısının tekini, ağaçlardan kopan büyükçe bir yaprak örtmüştü. Ama, Elif’in, kayaların altına saklanmış narin çocuk ayaklarını, çocuk ellerini ısıtacak güneş henüz doğmamıştı. Sabah pusu, hüzünlü bir tül gibi kayaların altında yatan Elif’in, çocuk bedenini sarmıştı.
Büyükçe kuş, tekrar uçarak ağacındaki dalına geri döndüğünde, çığlık atar gibi ötmüştü.
SON
|