Yıllardır kirada olduğumuz evden çıkıp, yeni evimize taşınalı henüz birkaç gün olmuştu. Eşimle ve çocuklarımızla el ele verip sonunda bu küçük ama şirin dairemize taşınmıştık. Çocuklarım ev taşımasında bize yardımcı olabilmek için, çalıştıkları işyerlerinden izin almışlardı. Evimize kabaca yerleştikten sonra, baba oğul tamirat işine girişmişlerdi. Onlar, birlikte evde tamir edilmesi gerekli her detayı gözden geçirip onarırlarken, biz de kızımla evdeki dekoratif ve süsleme işlerine girişmiştik. Benim yıllarca yaptığım yağlı boya tablolarım tek tek sarılıp sarmalanmış paketlerinden çıktı ve boş duvarlara asıldı. Yılların birikimi olan el işlerim de, vitrin içlerinde, sehpa ve masa üzerlerinde yerini aldılar. Böylece, eşimle yeni evimizde yeni hayatımıza başlamış olduk…
Çocuklarımız artık birer yetişkin oldukları için, evden çoktan kopmuşlardı. Kızım ve oğlum Üniversiteyi bitirdikten sonra, hayata atılıp çalışmaya başlamışlar ve günü geldiğinde de evlenip, başka başka şehirlerde kendi yuvalarını kurmuşlardı.
Biz eşimle baş başa kalınca emekli ikramiyemizle bu küçük dairemize sahip olmuştuk ve çok da mutluyduk.
Yerleştikten bir müddet sonra, eşimle etrafı tanıyabilmek amacıyla, yürüyüşümüzü her seferinde başka bir sokaktan geçerek yapıyorduk. Pazar sokağı bize çok yakındı. İlerde daha da yaşlanacağımızı düşünüp, Pazar yerinin bize yakın oluşuna sevinmiştik.
***
Güzel, güneşli bir bahar günüydü. O gün eşimin kendisi gibi emekli olmuş arkadaşlarıyla Briç oynama günüydü; bu yüzden, semt pazarımıza bugün ben yalnız gidecektim. Nitekim, evdeki sabah işlerimi bitirdikten sonra giyinip dışarı çıktım ve kapı önünde duran arabama bindim. Haftada bir gün kurulan bu semt pazarlarının her sokağı ve sokak başları, kaldırımlar da dahil trafik yoğunluğundan geçilmez olurdu. Ben de herkes gibi daha sonra alışveriş ettiğimde taşıyacağım poşetleri düşünüp, olabildiğince pazara en yakın sokakta, uygun bir yere park ettim. Nedense başım ağrıyor ve göğsüm sıkışıyordu. Bir gün evvel ev işlerinde fazlaca yorulmuştum; bundan dolayı olabileceğini düşünüyordum. Alışverişimi yaparken tansiyonum da epeyi çıkmış olmalı ki, çok halsizleşmiştim. Ben önüm sıra, sıralanmış tezgahlardan sebze ve meyveleri almayı düşünürken, birden genç bir kadının yüksek sesle konuşmasıyla ona baktım. Genç kadının o hali en küçük detaylarına kadar ömrüm boyunca bir daha hiç gözümün önünden gitmeyecekti. Kadın, uzun ince, hoş ve bakımlıydı. Üzerinde trençkot vardı ve omzuna büyükçe bir çanta asmıştı. Uzun dalgalı saçlarıyla zarif bir mankeni andırıyordu. Genç kadının yüksek sesle konuşmaları, saniyeler içinde artık ağlamaya ve çığlığa dönüşmüştü.
__ Çocuğum, çocuğum! Çocuğum yok! Derken dört bir yana bakınıyor, herkese yüksek sesle sesleniyordu.
__ Üstünde mavi montu vardı. Pantolonu kahverengiydi! Beş yaşında! Şimdi buradaydı! Şimdi!
Arada da hiç durmadan dört bir yana çocuğunun ismini sesleniyordu.
__ Muraaat! Muraaat! Nerdesin oğlum?! Muraaat! Allahım, Allahım! Onu bana bağışla Allahım! Yavrumu bana bağışla Allahım!
Adeta çılgına dönmüştü genç kadın. Gözleri sonuna kadar açılmış, hem ağlıyor, hem de çığlık çığlığa yavrusuna sesleniyor, etraftan yardım istiyordu. Pazarcılar ve pazardaki insanlar şaşkınlık içindeydiler; kadını teselli eden sözleriyle yatıştırmaya, kolundan tutup çırpınmasına, koşuşturmasına çare olmaya çalışıyorlardı. Kadının sesini duyan insanlar hemen bağrışın olduğu yere gelmiş, yanaşmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Bir anda ayağımın altından yer kaydı sanki ve ben yere, sebze tezgahlarının üzerine yığıldım kaldım. Her şeyi duyup görüyordum ama sanki canım çekilmişti. Üzerime eğilen insanlara beni taksiye bindirmelerini rica ettim. Çantamdan zorlukla çıkardığım ped şişeden bir iki yudum içmeye çalıştım. Evime geldiğimde, kendimi zar zor içeriye atabildim. Doktorumun, böyle günlerde kullanmam için verdiği dil altı ilacımı alıp kanepeye uzandım. Yüksek tansiyon hastası olduğumdan böyle durumları ben senede birkaç kez yaşardım. Bu sefer eşime dahi hiç haber vermedim…
Kanepede uzanmış yatarken tansiyonuma nalet ettim. Sırf o an için iyi halimde olabilmeyi isterdim. Kadının bağırışlarında, kaybetme korkusunda onun yanında olmayı isterdim. Yere yığılmadan önce, olduğum yerde gözlerimle mavi montlu, kahverengi pantolunlu beş yaşlarındaki Murat’ı arıyordum…Ben de etrafa koşuşturup, çocuğu aramayı isterdim. İnsan olarak bunu yapabilmeyi isterdim. Nalet tansiyon! Bula bula o günü bulmuştu. Şimdi hayatım boyunca ben bu bilinmezlik içinde kalacaktım. Her nefesimde, cevabını bilmediğim sorular içinde kalacaktım. Ben oradan ayrıldıktan sonra neler olmuştu? Kadın çocuğunu bulabilmiş miydi? Yaşadığım sürece genç kadının o panik hali, şuuru gitmiş korku dolu yüzünün hali gözlerimin önünden hiç gitmeyecekti.
Akşam eşim eve geldiğinde ben hala kanepede öylece yatıyordum. Yine tansiyonumun yükseldiğini anladı. Daha sonra ona durumu ağlayarak anlattığımda ise, üzüntüden ikimizin de içine sıkıntı bastı. Eşim de, ben de bir daha o pazara hiç gitmedik. Hiç sorup soruşturmadık. Biz korktuk. Çocuk bulunmuşsa bulunmuştur, her şey yolundadır zaten diye düşündük. Ama ya bulunmadıysa?! Sorduğumuzda pazarcılar çocuğun “Bulunamadığını” söylerlerse?! Semt karakolundaki kayıp bürosuna sorduğumuzda ya “Hala arıyoruz, bulmaya çalışıyoruz” Derlerse?! Ben bu üzüntüyle baş edemem? Ama…Sorup soruşturmaz, dolayısıyla da olabilecek kötü haberi almazsam eğer içimde hep sığındığım ümit duygusu kalır. “Belki bulunmuştur” Diye! Bu ümit duygusuyla yaşamak, olumsuz haber almaktan bin kere daha revaydı.
|